İzlanda
Gerçek olamayacak kadar güzel bir doğaya sahip, gidip gördükten sonra bu dünyadan olmadığına inandığımız İzlanda’ya nihayet bir seyahat planı yapabildik. Gezinin detaylarına girmeden önce İzlanda’ya ve gezi planlamasına dair bazı bilgiler vererek başlamak istiyorum.
Biz “İzlanda’ya ne zaman gitmeli? sorunsalını “Biz o kadar soğuğa gelemeyiz.” argümanıyla aşıp kuzey ışıklarını görmekten feragat ettik ve yaz mevsiminde, bir Temmuz ayında gezimizi gerçekleştirdik. Gerçi İzlanda’da “yaz mevsiminden” söz ederken hava sıcaklıklarının 10-15 derece civarında seyrettiğini hatırlatmak gerek. Yani İzlandalılara göre yaz ama bize göre “sıcak kış günleri” gibi bir hava diye düşünebilirsiniz. Tabii, kuzey ışıkları bizim vazgeçilmezimiz diyip “asıl” kış mevsiminde seyahat gerçekleştirmek isteyenlere de saygı duyar, başarılar dileriz 🙂
Hava sıcaklıklarının kabul edilebilir seviyede olması dışında yaz mevsiminde gitmenin bir diğer avantajı günlerin uzun olması (güneş neredeyse 23:00’te batıyordu). Bu durum özellikle Reykjavik dışına yapılacak uzun rotalar açısından güven verici bir durum yaratıyor. Sonuç olarak bilmediğiniz bir coğrafyada ve yollarda uzun seyahatler yapıyorsunuz, bunu da gündüz gözüyle hava kararmadan yapmak bir avantaj.
Havalardan ve mevsimlerden söz açmışken “Nasıl giyinmeli, yanımızda neler götürülmeli?” konusuna da girelim. İskandinavyalılar der ki “Kötü hava yoktur, kötü kıyafet vardır.” O kadar doğru bir söz ki, İzlanda da bunu en iyi deneyimleyeceğiniz yerlerden biri olsa gerek. Her şeyden önce “yaz mevsiminde gidiyoruz” diye düşünüp günlerinizi şortla tişörtle geçirebileceğinizi hayal etmemelisiniz. Yanınıza sırf kazak alın da demiyorum ama valizinizde sweatshirt, polar, şapka (ya da bere), yağmurluk ve mont bulundurmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Kat kat giyinmek de duruma adapte olmak açısından faydalı oluyor. İçinize işleyen, şiddetli rüzgarlara ve yağmur yağışlarına hazırlıklı olmakta fayda var. Buna tezat gibi görünse de eğer Blue Lagoon’a gitme gibi bir niyetiniz varsa (ki hiç şüphesiz olmalı) yanınıza mayo ve terlik de almanız gerekiyor. Bununla ilgili detayları Blue Lagoon kısmında ayrıca paylaşacağım.
Fiyatlar ve bütçe konusuyla devam edelim. Hiç lafı dolandırmadan söylemek gerek; İzlanda görebileceğiniz en pahalı ülkelerden biri. Herkesin kendine göre bir harcama ortalaması olduğu için bütçe için bir günlük tutar belirtmek çok doğru olmaz ama özellikle konaklama, ortalama yemek ve hizmet bedellerinin genel Avrupa ortalamasını bırakın Kuzey Avrupa ülkelerinin bile üzerinde olduğunu bilerek planlama yapmanızı önerebilirim. Bununla beraber istisna olan konular da var. Bunlardan ilki araba kiralama bedellerinin İzlanda fiyatlarının ortalamasının altında olması (bu konudan daha detaylı hemen aşağıda bahsedeceğim). İkincisi de diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak gezeceğeniz çoğu yerin ücretsiz veya küçük bir meblağ ile gezilebiliyor olması. Çünkü İzlanda’da insan yapımı müzeler veya yapılardansa doğal güzellikleri görüyorsunuz, ve bunun için fahiş giriş ücretleri uygulamamışlar.
Gelelim rota ve seyahat planlaması detaylarına. Öncelikle şunu belirtmek gerek; İzlanda’ya hakkını vererek bir gezi planlıyorsanız bence bu minimum 4-5 gün olmalı. Biz Reykjavik, Blue Lagoon, Golden Circle ve Güney İzlanda’yı içeren bir rota belirledik. Batı ve Kuzey İzlanda’da görülmeye değer çok fazla yer var, tercihinizi bu yönde kullanacaksanız seyahat planlaması uzayabilir elbette. Özellikle belirteyim İzlanda sadece başkenti Reykjavik’i görmeye gelmek için değmez, bu şekilde İzlanda’nın nasıl bir yer olduğunu anlamanız kesinlikle mümkün değil. Biz 1,5 gün Reykjavik, 1 gün Golden Circle, 2 gün Güney İzlanda’ya ayırdık.
İzlanda’da toplu taşıma, şehirler arası otobüs, tren gibi seçenekler mevcut değil. Bir tek İzlanda’ya indiğiniz Keflavik Havaalanı’ndan Reykjavik’e shuttle otobüsler var ama onlar da çok pahalı (tek yön kişi başı 50€ gibi bir bedel). Hadi havaalanından Reykjavik’e bu fiyata rağmen shuttle kullandınız yine de Golden Circle veya Güney İzlanda rotalarını gezebilmeniz için 2 seçenek kalıyor: Ya araba kiralayacaksınız, ya da özel turlara katılacaksınız. Söylemeye gerek yok özel turlar araba kiralamaktan çok daha pahalı, kendi hızınızda ve özgür olarak gezebilme imkanı olmaması da ayrı bir dezavantaj. Dolayısıyla araba kiralamaktan geri durmayın 🙂 Hatta arttırıp rotanızdaki bazı noktalarda yolun biraz bozuk olabileceğini veya olumsuz olabilecek hava şartlarını da düşünüp mutlaka SUV/Jeep tarzı araç kiralayın diyorum. Zaten araştırdığınızda fiyatların çok fazla fark etmediğini ve buna değeceğini göreceksiniz…
Avrupa’da genel olarak hizmet sektörü Türkiye’deki gibi değil, mümkün mertebe kendi işini kendin gör düzeni var. İzlanda’nın bunun en uç noktalarından biri olduğunu belirtmeliyim. Zaten nüfus az, giderek de artan bir turist yoğunluğu var. Dolayısıyla her hizmete insan gücü sunmaları da mümkün değil. Bunu iki şekilde çözmüşler; teknolojiyi kullanarak ve sorumluluğu size bırakarak 🙂 Örnek olarak araba kiraladığınızda aracı gidip kendiniz teslim alıyorsunuz, kendiniz bırakıyorsunuz sizi karşılayan arabayı teslim eden olmuyor. Ya da otopark ücretini dijital makinelerden ödüyorsunuz, benzininizi kendiniz koyuyorsunuz, havaalanında check-in’inizi kendiniz yapıp bagajınızı kendiniz bırakıyorsunuz…
Araba kiralamaktan bahsetmişken otopark konusunu es geçmeyelim. Hemen hemen her Avrupa şehrinde olduğu gibi Reykjavik’te de otopark için bir bedel ödemeniz gerekiyor. Şehirde belirli 1’den 4’e kadar ayrılmış “zone”lar var fiyat uygulaması değişiyor. Saat 21:00’den sabah saatlerine kadar genel olarak ücretsiz olsa da 1.zone da saat aralığı kısıtı var. Dolayısıyla park ettiğiniz zone’a dikkat edin 🙂 Otopark ücretini park ettiğiniz noktalardaki dijital makinelerden veya “Parka” uygulamasından ödeyebiliyorsunuz. Özellikle uygulama büyük kolaylık sağlıyor.
Konaklama seçeneklerine ve önerilere gelince; biz Reykjavik’te Airbnb üzerinden bulduğumuz Baldursbrá Apartment Laugarvegur‘da kaldık, çok da memnun kaldık. Merkezi olması, kabul edilebilir ücreti, temizliği ve sağladığı imkanlar açısından başarılı bir mekan olmasının yanı sıra hemen arkasındaki ücretsiz otoparkı (boş yer bulmak zaman zaman sıkıntı yaratsa da) büyük avantaj sağladı, öneriyoruz. Reykjavik dışında Güney İzlanda rotasını gerçekleştirmek için ideal sürenin 2 gün olduğunu belirtmiştim. Dolayısıyla bu rota üzerinde kendi planlarınıza göre bir yer belirlemek uygun olacaktır, Vik kasabası ve ona yakın yerler konum olarak ideal olabilir. Bu noktada spesifik bir öneride bulunmuyorum, rotadaki tercihlerinize göre belirlemek uygun olacaktır.
En öne çıkan gözlemlerimizden birine ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Birçok gelişmiş ülkede çeşitlilik-eşitlik- kapsayıcılık (DEI) kavramı öne çıkartılır, deneyimlemişsinizdir. İzlanda da bunun en iyi örneklerinden biri. Özellikle çocuklar konusunda gösterdikleri hassasiyet en üst seviyede. Havaalanında çocuklu ailelere sağlanan hızlı geçiş imkanı, Icelandair havayollarının sadece çocuklara sunduğu özel yemek ve kitapçık (bulmaca, boyama vb) hizmeti, müzelerde tanık olduğumuz çocuk dostu uygulamalar buna örnek gösterilebilir. İzlanda çocuk ile gezmenin çok da kolay olmadığı bir coğrafya olsa da, ülkenin kendisi sunduğu çocuk dostu uygulamalarla sempati topluyor diyebilirim 🙂
Bu uzunca giriş sonrası artık İzlanda’yı, defalarca “Bu dünyadan olamaz!” diyerek hayrete düştüğümüz bu coğrafyayı anlatmanın zamanı…
Reykjavik
Başkent Reykjavik yalın, sakin ve güzel bir kent. Maksimum 2 günde gezilecek kadar da kompakt. Sindire sindire, doyasıya gezmek isterseniz orası ayrı, daha uzun vakit ayırabilirsiniz.
Kenti gezmeye başlamak için en uygun noktalardan biri şehrin ve İzlanda’nın simgelerinden biri olan Hallgrimskirkja. Bu kilisenin mimarisinde ünlü Svartifoss veya Reynisfjara Plajı’nda yakından görebileceğiniz lav sütunlarından esinlenilmiş, ve ortaya acayip orjinal ve özgün güzellikte bir yapı çıkmış…
Yapımı 41 yıl süren ve 1986 yılında tamamlanan kilisenin içi çok sade dekore edilmiş. İçeride bulunan kilise orgu görülmeye değer. Kilisenin içini gezerken piyanoya bağlı çalışabilen bu orgun bir piyanist performansıyla ne kadar etkili bir dinleti sunabileceğini gördük, gerçekten özel bir deneyim oldu umarım siz de denk gelebilirsiniz…

Bu ikonik kilisenin hemen önünde bir heykel bulunuyor. Genellikle böyle önemli alanlara ülke tarihi için önemli kralların veya komutanların heykeli dikilir. Burada ise durum biraz farklı. Heykel Leif Eriksson’a ait, ki kendisi Amerika kıtasına (bugünkü Kanada topraklarına ve ABD’nin kuzey sınırına) ilk ayak basan Avrupalı olarak biliniyor. Yani o bir kaşif. İlginç olan bir diğer konu da, bize Amerika’yı Kristof Kolomb tarafından keşfedildiği öğretilse de bunun gerçekte böyle olmadığını, Kolomb’tan yaklaşık 500 yıl önce bu keşfin çoktan yapıldığını fark etmek oldu…
Hallgrimskirkja’nın önünden aşağı doğru uzanan cadde Reykjavik’in en güzel ve popüler iki caddesinden biri; Skólavörðustígur. Bu cadde üzerinde yürürken dönüp dönüp arkaya baktığınızda kilisenin yükselen mimarisini görüp seyretmek keyifli oluyor. Sağlı sollu mağazaların, hediyelik eşya dükkanlarının, kitapçıların, kafe ve restorantların sıralandığı Skólavörðustígur’da acele etmeden, dükkanlara gire çıka, sindire sindire yürüyoruz.

Caddenin son kısmı “gökkuşağı sokağı” (Regnbogagatan) olarak adlandırılıyor, zemini de gökkuşağı renklerine boyanmış. LGBTi ve özgürlükler konusunda Avrupa’da son dönemde giderek artan bir duyarlılık var, gördüklerim arasında İzlanda yine bu konuda en başı çeken ülkelerden biri.


Skólavörðustígur’da eski bir taş ev bulunuyor; Hegningarhúsið. Eski bir hapishane olan bu yapı otantik mimarisi nedeniyle koruma altına alınmış. Hapishaneyi çevreleyen duvarlarda şehirde birçok noktada gördüğümüz duvar boyamaları ve resimler var. Bunlardan bir tanesi de Filistin’e destek temasıyla işlenmiş.

Şehrin ikinci önemli caddesi Laugavegur, Skólavörðustígur’la gökkuşağı sokağının sonunda birleşiyor. Bu cadde çok daha uzun bir cadde ve yine üzerinde mağazalar ve mekanlarla dopdolu. Hareketli gece hayatıyla da bilinen bu caddede Lebowski ve Kiki öne çıkan mekanlar. Yine gökkuşağı renkleri ile hemen dikkatinizi çekecek Kiki, “queer bar” olarak tanımlanıyor ve şehrin en ünlü barlarından biri. Ziyaret edip zaman geçirmek ilginç bir deneyim olabilir.

Laugavegur ve çevresindeki sokaklarda yine birçok duvar resmi görebilirsiniz. Bazıları gerçekten çok güzel, şehrin özgürlükçü ruhuna da çok yakışıyor. Bir de şöyle bir not ekleyeyim; sokaklarda durup dururken bağıra bağıra geçen insanlar görürseniz şaşırmayın. Bir yandan şehrin genel huzurlu ve sakin havasıyla çelişse de merak etmeyin kavga etmiyorlar, sanırım eğleniyorlar yani biz öyle düşündük 🙂


Reykjavik’te hemen hemen her yere yürüyerek gidilebiliyor. Tabii, yağmura ve rüzgara dikkat etmek ve ona göre giyinmek gerek. Reykjavik’e gelmişken ülkenin tarihi ve kültürü ile daha fazla bilgi edinmek için İzlanda Ulusal Müzesi’ni de ziyaret edelim istedik ve Laugavegur’dan müzeye yürüyerek gittik. Yaklaşık 20 dakika süren bu yürüyüş boyunca şehrin merkezindeki küçük bir gölet olan Tjornin‘i çevreleyen güzel manzaranın tadını çıkardık. Bu göletin etrafında Reykjavik Belediye Binası, bazı müzeler ve mimarisi ile dikkat çeken evler bulunuyor.

İzlanda Ulusal Müzesi (National Museum of Iceland) 1-2 saatte gezilebilecek kompakt bir müze. İzlanda’nın buzullar ve volkanlardan oluşan coğrafyası, tarihçesi, kültürel birikimine dair bilgiler ve eserler mevcut. İzlanda’danın genelinde rastladığımız çocuk dostu uygulamaların güzel örnekleri bu müzede de var. En alt katta çocuklar için ayrılmış sade bir oyun alanı, satranç oynanabilecek özel bir alan ve çocukların gezerken sıkılmaması için eserleri bulup işaretleyebilecekleri bulmaca kitapçığı bunlardan öne çıkanlar.

Hemen hemen her müzenin girişinde, öne çıkan eserleri gösterir bir broşür, küçük bir kitapçık verirler. İzlanda’da cinsiyet konusuna ne kadar kafayı taktıklarının bir göstergesi olarak bu müzenin girişinde cinsiyetçiliğin tarihçesini, farklı cinsiyetlerin varlığına dair bulguları hangi salondaki hangi eserlerde görebileceğinize dair bir kitapçık dağıtıyorlar. Bununla farkındalık yaratmaya çalışıyorlar belki ama bu kadar ön plana çıkarılmasını da biraz abartılı bulmadım değil…

Müzede İzlanda tarihinden özgün eserleri görmek mümkün oluyor. Özellikle ahşap işçiliğine ait etkileyici sanat eserleri olduğunu belirtmek gerek. Bunun dışında İzlandalılar’ın zamanında tek odada yaşadıkları evler, uzmanlık alanları olan kayık ve tekneler adadaki yaşamın tarihine dair güzel örnekler sunuyor. Ama bizim en çok dikkatimizi çeken bir obje vardı ki ada insanlarına dair çok güzel bir özet de sunuyordu. Şöyle ki İzlandılar tarihleri boyunca sadece bir tane “silah” icat edip üretmişler. O da İzlanda kıyılarının açıklarında hak iddia edip balıkçılık yapan İngilizlere karşı, balıkçıların ağlarını kesmek için kullandıkları “tel kesici” adını verdikleri aletmiş… Bu barışçıl savunmayı yapmalarına 1975’ten sonra yapılan anlaşmalarla gerek kalmamış.

Biraz da Reykjavik’in Atlas Okyanusu kıyılarında kalan kuzey kısımlarındaki yerlerden bahsedelim. Doğudan batıya doğru ilerleyerek gidelim ve önce Höfoi Evi‘nden başlayalım. Yapımı 1909’da tamamlanan bu ev farklı tarihlerde Fransız ve İngiliz büyükelçiliklerine ve İzlandalı çeşitli sanatçılara ev sahipliği yapmış. Aslına bakarsanız evin mimarisi gayet sade ve öyle dışarıdan bakınca bir albenisi bulunmuyor. Zaten bu evi ünlü kılan 20.yüzyıl dünya tarihinde önemli bir eşiğin aşılmasına tanıklık etmiş olması. Höfoi, 1986 yılında tarafsızlığı ile öne çıkan İzlanda’nın başkentinde, ABD – Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaşın bitiminin başlangıcı sayılan toplantının düzenlendiği yer. Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Mikhail Gorbaçov bir araya geldiği evin içinde ABD ve Sovyet Rusya bayrakları halen asılı durumda.

1986’da başlayan bu yumuşama sürecinin en önemli zirve noktalarında biri 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla gerçekleşmişti. 2015 yılında duvardan koparılan bir parça sürecin başladığı yere Höfoi Evi’nin önüne yerleştirilmiş ve ev ile bütünsel bir simge olarak sergileniyor…
Kıyıdan batı yönünde yürüdüğünüzde okyanusa komşu konumuyla sizi oldukça özgür bir heykel karşılayacak, hatta ilk bakışta bunun bir heykel olduğunu anlamayabilirsiniz 🙂 Sun Voyager (Güneş Gezgini), Reykjavik’in kuruluşunun 200.yılına ithafen sanatçı Jon Gunnar Arnason tarafından yapılmış. Paslanmız çelikten inşa edilmiş bu özgün heykel sanatçı tarafından “bir rüya gemisi” ve “güneşe yapılan bir övgü” olarak tanımlanmış. İzlanda’nın geçmişiyle örtüşecek şekilde kaşifliği, özgürlük ruhunu ve umudu barındırıyor.

Heykelden biraz daha yürüyünce zaten kıyı boyunca gelirken dikkatinizi çekmemesi mümkün olmayan Harpa‘ya ulaşacaksınız. İzlanda Senfoni Orkestrası ve Operası’na ev sahipiliği yapan bu futuristik yapı 2011 yılında tamamlanmış. Binanın dış cephesi ülke ile özdeşleşen bazalt manzarasını çağrıştıracak şekilde uygun renk camla kaplanmış. Binanın içine girdiğinizde gerek atriumun tavan kaplaması, gerekse dış cephe cam kaplamanın içeriden görünüşüne hayran kalacaksınız.

Şehrin en güzel müzelerinden biri olan Perlan, göreceli olarak merkezin biraz dışında kalıyor. Yani buraya yürüyerek gitmek biraz meşakatli (ama imkansız olmayabilir.) Doğa Tarih Müzesi olarak hizmet veren Perlan aslında hizmete girdiği 1939 yılından 1991 yılına kadar şehrin sıcak su depolarının bulunduğu yermiş. Daha sonra bir proje ile bu depoların üstüne kurulu bir müzeye dönüştürülmüş. Kompleks içinde müze dışında, planetaryum, buz mağarası, Lava Show ve gözlem kulesi gibi deneyim merkezleri de bulunuyor. Vakit ayırmaya pişman olmayacağanız bu müze kentteki diğer müzelereden farklı olarak daha uzun süre açık (akşam 21:00’e kadar), günün sonunu getirmek için ideal olabilir.


Reykjavik kısmını şehirden yeme-içme ve mekan önerileri ile tamamlayalım. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; gideceğiniz her mekanda ücretisiz Wifi ve su bulabilirsiniz (yani en azından biz hep öyle gördük :)) Aşağıda daha detaylı bahsedeceğim, kuvvetle muhtemel “ülke zaten sudan geçilmiyor bundan da para almayalım” demişler, çok çağdaş bir davranış 🙂


Önereceğimiz ilk mekan Skólavörðustígur üzerindeki Salka Valka. İçeri girip duvarları kaplayan dünya haritası görselini gördüğümüz anda bu mekanı sevmiştik zaten. Bu olumlu görüşümüzü yemekleriyle de desteklediler 🙂 Menüsü oldukça zengin, pizza çeşitlerinden vejeteryan tabaklara kadar birçok seçenek mevcut. Biz burada İzlanda’da en çok tercih edilen yemeklerden fish & cips ve İzlanda usülü ekmek üzerine balık denedik, gayet de memnun kaldık. Salka Valka’yı gerek ambiyansı gerek de yemekleri için öneriyoruz.

İzlanda’ya özgü lezzetleri denemek için en uygun mekanlardan biri Icelandic Street Food. Reykjavik Belediyesi’ne yakın konumdaki bu şirin restorantta İzlanda’nın imza yemeği sayılabilecek kuzu yahni çorbasını tadabilirsiniz. Çorba, İzlanda usülü kocaman yuvarlak bir ekmeğin içinde servis ediliyor ve bu sunum gerçekten görülmeye değer. Icelandic’te ikram olan suyun üstüne bir de sınırsız waffle ve reçel ikramı var. Bizden söylemesi 🙂 Giriş kapısının hemen yakınına konuşlandırılmış bir valiz içinde farklı ülkelere ait bozuk paraların değiş tokuş edilmesini teşvik eden uygulama da mekanın şirinliğine şirinlik katıyor…


Son olarak bir de kahve mekanı önerelim. Hallgrimskirkja’ya yakın konumdaki Reykjavik Roasters, kahve keyfi yapmak için bire bir. Otantik ortamı da cabası.
Golden Circle
Şimdiye kadar gayet normal bir Kuzey Avrupa ülkesindeydik. Macera buradan itibaren başlıyor 🙂 Reykjavik dışındaki gezilerimize İzlanda’nın en ünlü rotalarından biri “Golden Circle” ile başlayacağız. Peki bu rotanın ismi neden Golden Circle yani Altın Çember derseniz, bu isim verilirken rota üzerinde bulunan Altın Şelale anlamına gelen Gullfoss’tan esinlenilmiş. Gezilecek yerleri tamamlamak için bir daire çizildiği için de ismi böyle konulmuş.
Reykjavik’ten Golden Circle rotasına başlayınca ilk durak noktası Thingvellir Milli Parkı. Thingvellir için yola koyulup şehir dışına çıktığımızda dikkatimizi çeken ilk şey, yol boyunca sağlı sollu arazilerde otlayan İzlanda atları ve koyunları oldu. İzlanda atları midilli cinsine benziyor, boyları biraz kısa kahverengi beyaz renkli ve uzun yeleli. Ama soy olarak aralarında bir bağ olduğu düşünülse de aynı tür değiller. Uzun ömürlü, dayanıklı olan bu at cinsi özellikle çiftlik ve çobanlık işlerinde kullanılıyor ve yaklaşık 1000 yıldır hiçbir at türü ile karışmamış, yani adadaki tek at türü (ki İzlanda yasalarınca adaya başka tür at sokulamıyor). İzlanda atlarını yakından görmek, beslemek ve biniş tecrübesi yaşamak için ada boyunca birçok çiftlikte turistik hizmet veriliyor. Yollarda bunlara bol bol rastlayacaksınız, meraklısıysanız bu özel hayvanlara daha yakın olma fırsatını değerlendirebilirsiniz.
İzlanda koyununa gelecek olursak, bu koyun türü de yine adaya özgü bir tür. Kısa kuyruğu, bol yünlü yapısı ile farklılaşan İzlanda koyunları adanın sert hava şartlarına uyum sağlamış. Bizi koyunlarla ilgili şaşırtan şeyse şu oldu; bu koyunlar bazı yerlerde köylere veya çiftliklere o kadar uzak yerlerde başı boş bir şekilde otluyorlardı ki acaba bu hayvanlar doğal yaşamın bir parçası olabilir mi diye düşünmeden edemedik. İzlanda’da doğa ve doğal yaşam o kadar öne çıkıyor ki evcilleştirilen türler bile halen doğanın birer parçası durumunda… Gezerken birçok noktada İzlanda koyunlarını da yakından görme fırsatı bulacağanız durumlar olacaktır.
1-Thingvellir Milli Parkı
Golden Circle rotamızla devam edelim. Şehir merkezinden yaklaşık 45 dakika süren yolculuk sonrası Thingvellir Milli Parkı‘ndayız. Milli parkın girişinde otopark var. Görevli yok ödemeyi bir makine üzerinden kolayca yapabiliyorsunuz. Ödemeden gideriz ne olacak derseniz açıkçası bilmiyoruz ama otopark girişini takip eden kamera sistemleri var, sonradan plakaya bir ceza göndermeleri çok muhtemel. Bu sistem ziyaret edeceğimiz birçok noktada olacak. Otorparkın ücretli olmadığı yerler genelde tesislerin olduğu, özel işletmelere kiralanmış yerler gözlemlediğimiz kadarıyla.

Avrasya tektonik plakası ile Kuzey Amerika plakasının birleşiminde bulunan Thingvellir Thingvellir Milli Parkı, doğal ve jeolojik güzellikleri ile öne çıktığı kadar İzlanda’nın tarihi açısından da önemli bir yer. 10.yüzyıldan 18.yüzyıla kadar 800 yıl boyunca İzlanda parlamentosu Althing’e ev sahipliği yapan Thingvellir, 2004’te Unesco Dünya Miras Listesi’ne alınmış.
Her ne kadar günümüzde insan hakları açısından en gelişmiş ülkelerden biri olsa da İzlanda tarihinde de katı kanunların uygulandığı bir dönem olmuş. Özellikle 17. ve 18.yüzyıllarda birçok suçlu idam cezasına çarptırılmış ve bu infazlar milli park sınırları içinde gerçekleştirilmiş. Milli parkın en kuzeyinde kalan bölge orjinal bir güzelliğe sahip bir tektonik vadi. Buraya infaza götürülen mahkumların son yürüşünü yapmasından dolayı “dead man walking” – ölü adam yürüyüşü adı verilmiş. Güzel olduğu kadar bir anlamda tüyler ürpertici…

Vadinin ortasında yer alan Öxararfoss şelalesi bir doğal güzellik hazinesi olan milli parkın mücevherlerinden biri. Şelaleye adını veren Öxara Nehri, parkın hemen güneyindeki İzlanda’nın en büyük gölü olan Þingvallavatn’a kadar Thingvellir’in içinden geçerek göle kavuşuyor. Öxararfoss İzlanda’da gördüğümüz ilk şelale oldu ve kesinlikle çok etkileyiciydi. Ancak sonradan gördüklerimizin yanında bu güzellikteki bir şelale bile sıradanlaşabiliyor bizden söylemesi…
Şelalenin biraz aşağısında bir başka infaz yeri, “boğulma havuzu” Drekkingarhylur bulunuyor. Nehrin yatağında oluşan bu doğal havuz, bu kez kadın mahkumların boğularak infaz edildiği bir yer olmuş. Köprünün üzerinden akan suyun mavinin tonlarına bürünmesini izlerken tarih boyunca bu noktada nice kadının ölüme terk edildiğini düşünmek garip bir çelişki oluyor.

Thingvellir İzlandalılar için günümüzde de önemini koruyor ve her yıl kutlamalara ev sahipliği yapıyor. Milli park içinde devlet başkanlığına ait bir yazlık da bulunuyor.
Thingvellir’de son olarak Silfra‘dan bahsedelim. Gölün kuzeyindeki Silfta çatlağı, Avrasya ve Kuzey Amerika plakalarının kesiştiği noktada yer alıyor. Gölün içindeki bu çatlağın içine dalarak iki kıtanın birleştiği bu noktada unutulmaz bir deneyim yaşayabilirsiniz…
2-Bruararfoss
Milli parktan ayrılıp Golden Circle’daki ikinci durak noktamız Bruararfoss‘a doğru yola çıkıyoruz. 40 dakika kadar süren yolculuk sonrası bu ikonik şelaleye ulaşıyoruz. Yolun son 3 km’sinde biraz bozuk bir yolda ilerliyoruz, burası SUV araç kiralamanın faydasını göreceğeniz yerlerden biri belirtmek gerek. Otoparkı aynı Thingvellir’de olduğu gibi, makine üzerinden benzer bir ücret ödeniyor.

Bruararfoss göreceğeniz en güzel mavilikte suların aktığı bir şelaleler bütünü. Gittiğinizde göreceksiniz, zaten uyarı yazıları asılmış nehrin üzerindeki köprü çok güven vermiyor. Suya da çok yaklaşmaya gelmez o yüzden fazla artistik harekete kalkışmadan sadece bu inanılmaz güzelliğe sahip mavilikteki suyu izleyerek kendinizden geçin…

3-Geysir
Rotadaki üçüncü noktamız sadece Golden Circle’ın değil İzlanda’nın da en ünlü yerlerinden biri. Haukadalur‘daki gayzer bölgesine ve bölgenin en ünlü gayzerinden adını alan Geysir‘e doğru yoldayız. 20 dakika süren yolculuğumuzda gayzerlere yaklaşırken, daha yoldayken gayzerlerin patlamasına tanıklık ediyoruz. Bu muhteşem doğa olayını yakından görmek için sabırsızlanıyoruz. Geysir’a ulaştığımızda ücretsiz otopark ve tesisin olduğunu görüyoruz. İşte burayı sevmek için bir neden daha 🙂

Hemen girişte irili ufaklı gayzerlerin olduğu bölüm var, zaten sınırlandırılmış yollardan yürünüyor ama yine de fazla yaklaşmamakta fayda var çünkü su sıcaklığı 100 derecenin de üzerinde. Bu küçük gayzerlere ilgiyle bakarken hemen ileride Strokkur’un patlaması ile ortalık şenleniyor, biz de bu afacan gayzerin yanında alıyoruz yerimizi. Heyecanlı bir bekleyiş sonrası Strokkur’un patlamasına tanıklık ediyoruz. Böyle bir doğa olayına tanıklık edebilmek büyülüyor bizi…
Peki bu nasıl bir doğa olayı? Yer altı sularının magmaya temas etmesi veya çok yakınından geçmesi sonrası oluşan kesintili buhar veya su fışkırma olayına gayzer deniyor. Aslında “geysir”, İzlanda dilinde fışkırmak anlamına geliyor, dilimize de İngilizce’den olduğu gibi gayzer olarak geçmiş. Volkanik ve kırıklı fayların bulunduğu İzlanda coğrafyasında birçok gayzer bulunuyor.

Geysir aslında dünyanın en büyük, yani en yükseğe su fışkırtan 2.gayzeri. (İlki ABD’de Yellowstone Milli Parkı’nda bulunan Steamboat) Ama Geysir artık çok nadiren faaliyete geçiyor. Başrolü artık hemen yanındaki Strokkur oynuyor. Gayzerlerin hangi sıklıkla nasıl patlayacağı ise henüz çözülebilmiş değil. Buna bizde şahit olduk, afacan Strokkur çoğunlukla 10 dakika kadar bekledikten sonra patlarken, bazen 1-2 dakika içinde faaliyete geçebiliyordu. İşin heyecanı da biraz bu bilinmezlikte, insan gözünü alamadan ne zaman patlayıp su fışkırtacak diye beklemeden edemiyor.

Gayzerleri yakından gördükten sonra bir de arkadaki tepeye çıkıp yukarıdan görmek isteyebilirsiniz. Belirli bir efor gerektirse de yeterince hızlıysanız 20-30 dakikada bu etabı tamamlayabilirsiniz. Tecrübeyle sabit efenim 🙂
4-Gullfoss
Geysir’dan sadece 10 dakika uzaklıkta yine eşsiz bir güzelliğe tanık olacaksınız; sırada Gullfoss var. Güzel haber, Geysir’da olduğu gibi burada da ücretsiz otopark ve tesis var. Otoparktan aşağıya doğru yürüyüşe geçiyoruz, şelaleye yaklaştıkça bir gürültü yükseliyor ama halen şelale görünmüyor. Ve sonunda Golden Circle’a adını veren muhteşem şelale Gullfoss karşımızda…

Gullfoss belki bir Iguazu değil ama çok güzel, inanılmaz güzel, büyüleyici… Hvita nehri üzerindeki bu şelaleyi izlemeye doyum olmuyor. Şelaleden akan sular daha sonra yine eşsiz bir güzelliğe sahip kanyonu yararak ilerlemeye devam ediyor. Gullfoss’u yukarıdan ve uzaktan seyretmek çok keyifli. Buna doyduktan sonra şelaleyi yakından görmek için aşağıya iniyoruz. İzlanda’daki çoğu şelale gibi Gullfoss’ta devasa olduğu için ıslanmamak mümkün değil. Yağmurluk almanızda fayda var. Hatta ilk kez burada bazı turistlerde gördük; ayakkabıları dahil içine sokabildiğiniz yağmurluk tarzı giydirmeler mevcut çok hassassanız düşünebilirsiniz, ama bu güzelliği yakından görmekten imtina etmeyin.

5-Kerid Kratör Gölü
Golden Circle rotasının son durak noktası Kerid Kratör Gölü için Gullfoss’tan ayrılıyoruz. Gullfoss, rotanın en doğu ucu. Oradan geri dönüp daireyi tamamlamak için aşağıya, güneye doğru yöneliyoruz ve 45 dakikalık bir yolculuk sonrası Kerid’teyiz. Diğer noktalardan farklı olarak Kerid’e bilet alarak ve giriş ücreti verilerek giriliyor. Diğer yerlerde otoparka ödediğiniz ücretin biraz fazlası gibi düşünebilirsiniz.

270 metrelik bir çapa sahip Kerid Kratör Gölü’nü yukarıdan turlamak mümkün olduğu gibi aşağıya inip gölü yakından görebilirsiniz. İkisini de yapmaya değer, Kerid de Golden Circle’da yer alan her doğal güzellik gibi sizi kendine hayran bırakacak. Kerid Krater Gölü’yle beraber bu muhteşem rotanın da sonuna geliyoruz. Gördüklerimiz arasında şelaleler, kanyonlar, gayzerler, tektonik yapılar ve son olarak bir krater gölü var bu rotada. Bunlardan sadece biri için bile bu rota yapılmaya değer olurdu, bunların hepsi bir araya gelince işte efsane oluyor, “Golden Circle” oluyor…
Bridge Between Continents (Kıtalar Arasındaki Köprü)
Golden Circle’ı tamamladıktan sonra Selfoss üzerinden (aşağıda Selfoss’a daha detaylı değineceğim) Reykjavik’in güneyindeki Keflavik’e (havaalanının da olduğu bölge) doğru yola koyuluyoruz. Aslında görmek istediğimiz yerler Keflavik’in de güneyinde, Reykjanes UNESCO Global Geopark olarak geçiyor ve adanın en güney batı ucunda kalıyor.
İlk durağımız “Bridge Between Continents” yani Kıtalar Arasındaki Köprü olarak anılan ziyaret alanı. Yukarıda İzlanda’nın Avrasya ve Kuzey Amerika plakalarının birleşimi üzerinde yer aldığını belirtmiştim. Bu bölgede iki ayrı plakanın yerküre üzerinde küçük bir kanyon ile ayrıldığına tanıklık edebiliyorsunuz. Kanyon üzerine kurulan köprüden yürüyerek saniyeler içinde kıtalar arasında yer değiştirebiliyorsunuz 🙂

Bu bölge ve çevresi kelimenin tam manasıyla bu dünyadan değil gibi, sanki başka bir gezegendeyiz. Şaka değil burası gerçekten Mars’a benziyor. İzlandalılar da durumun farkında olacaklar ki belirli mesafe aralıklarla bölgeye gezegenlerin maketlerini koymuşlar. Tabii coğrafya bu kadar özgün olunca, İzlanda birçok film ve dizinin çeşitli sahnelerine de ev sahipliği yapmış. Bunların çoğu da tahmin edebileceğiniz gibi uzay ve gezegenlerle ilgili filmler. İşte bazıları: Intersteller (Yıldızlararası), Yıldız Tozu, Nuh: Büyük Tufan, Batman Başlıyor, Game of Thrones, Black Mirror…

Gunnuhver
Reykjanes UNESCO Global Geopark’taki ikinci uğrak noktamız Gunnuhver. Burası İzlanda’nın ne kadar farklı ve zaman zaman ne kadar korkutucu olduğunu gösteren bir bölge. Çevresi jeotermal tesislerle çevrili Gunnuhver, çamur havuzları, buhar ve havalandırma delikleriyle dolu bir jeotermal alan. Biz buraya yaklaşırken çok yoğun bir rüzgar ve yağmur altında ilerliyorduk. Yollar da bozuktu. Vardığımızda etrafı kaplayan buhar, yaz ayında olmamıza rağmen iliklerimize işleyen rüzgar, yoğun jeotermal hareketin yaydığı sesler ve ortamın ıssızlığı açıkçası gözümüzü korkuttu. Hakkıyla gezdik dersem doğruyu söylememiş olurum. Ama şunu söyleyebilirim, burası Geysir’den daha farklı (biraz araştırırsanız göreceksiniz), meraklısıysanız görmeden gitmeyin.

Aslında bu bölgeyi her zamankinden daha ıssız ve korkutucu hale getiren önemli bir faktör daha var. 2023 Aralık ayında başlayan depremlerle tetiklenen volkan patlamaları nedeniyle bölgedeki Grindavik kasabası tahliye edilmiş durumda ve bölgedeki yolların bir kısmı kapalı tutuluyor. Volkan patlamaları aylarca devam etti, bizim İzlanda’da bulunduğumuz Temmuz ayında biz bittiğini düşünüyorduk ama döndükten sonra Ağustos ayında volkanda tekrar hareketlilik oldu. Şimdi dönüp bakınca az bir risk almadığımızı görüyorum.
Blue Lagoon
Gunnuhver’den sonra sırada günü tamamlayacağamız Blue Lagoon (Mavi Lagün) var. Blue Lagoon, İzlanda’daki en ünlü yerlerden biri ve bu ünü kesinlikle hak ediyor. Ancak hazır yukarıda söz etmişken, buranın son dönemde yaşanan volkan patlamalarına ve Grindavik’e yakın bir konumda olduğunu hatırlatmakta fayda var. Patlamalar ve yaklaşan lav akıntıları nedeniyle belirli dönemlerde buradaki tesisler tahliye edilmiş ve bir süre kapalı tutulmuş. Seyahat planlamasını yaparken araştırıp ona göre karar vermek en doğrusu olur. Blue Lagoon yolunda tesislere yaklaşırken bu duruma çok yakından tanık oluyoruz, yol gidebileceğiniz en ilginç yollardan birine dönüşüyor. Tabiri caizse kömür üzerinde gidiyorsunuz bir süre…
Sıra beklememek için biletleri önceden şu adresten alabilirsiniz: Blue Lagoon online bilet. Günün en erken ve en geç saatleri daha ucuz olmak üzere farklı seanslar için ücretin değiştiğini (hatta sezonsal olarak farklılık gösterdiğini) göreceksiniz. Standart giriş ücreti kişi başı 75 ila 110$ arasında değişiyor (pahalı mı evet pahalı, en iyisi mi TL karşılığını düşünmemeye çalışın…). Bu ücrete havlu ve 1 adet içecek alıyorsunuz ve de yüz maskesi yaptırabiliyorsunuz (mayo ve terliği sakın ha unutmayın.) Tesislere sabah girip tüm günü orada geçirmek mümkün olsa da bunu önermiyoruz. Biz günün sonunu Blue Lagoon’de getirmeyi tercih ettik. Tersi de mantıksız değil yani güne buradan başlamak. Havaalanına yakın mesafede olduğu için uçuş öncesi veya sonrası Blue Lagoon’u ziyaret etmek de en çok tercih edilen seçenekler arasında. Sonuç olarak bize göre Blue Lagoon’de 1 veya 2 saat geçirmek yeterli olacaktır.

Biz Blue Lagoon’a öyle bir havada gittik ki yağmur, rüzgar, sis öyle bir fırtına… Dolayısıyla dışarısını doya doya gezemeden kendimizi içeri zor attık. Yine de gördüğümüz görüntüler bize yetti. Bir tarafta simsiyah kömür gibi olmuş taşlar, bir yanda mavinin en güzel tonlarından biri yan yana çok güzel bir kontrast oluşturuyor…
Online bilet aldıysanız içeriye de hızlıca girebiliyorsunuz. Biraz fazla para ödeyip kendinize özel bir soyunma odası alabilirsiniz ama şart mı derseniz değil. Biraz kalabalık da olsa ortak soyunma odaları da kullanılabilir. Mayo ve terliklerimizi giyip lagünün yanında alıyoruz soluğu. Artık hazırız ama dışarısının soğukluğu gözümüzü korkutmuyor değil. Ama su öyle sıcak ki insanı yumuşatıyor ve kendimizi bu eşsiz güzelliğin içine bırakıyoruz…

Hava sisli ve puslu, vücudumuz suyun içinde rahatlarken sudan çıktıkça soğuğu hisseediyoruz. Lagünün içindeki bardan içeceklerimizi alıp suyun içinde keyifle yudumluyoruz. Yine havuzun içinde yüz maskelerimizi yaptırıp bu özel deneyimin tadını sonuna kadar çıkarıyoruz…
Güney İzlanda
Selfoss
Sırada İzlanda’nın en özel rotalarından bir diğeri Güney İzlanda var. Güney İzlanda’nın başlangıç noktası da Selfoss. Aslında bu şirin kasabaya Golden Circle rotasını tamamladığınızda da geliyorsunuz, yani stratejik bir konumda 🙂 Benzin, alışveriş, yeme-içme imkan ve alternatifleri barındırdığı için planları yaparken Selfoss’un bu özelliklerinden yararlanabilirsiniz. Bunlar dışında da Selfoss’ta yapılabilecekler var, bunlara değinmeden Güney İzlanda rotası için tekrar bir hatırlatma yapalım. Bu rota için 2 gün ayırmanızda fayda var, aksi halde özellikle daha uzak konumda yer alan güzelliklerden feragat etmeniz gerekecektir.

Selfoss’a, Ölfusa nehri kenarına kurulmuş kasabaya güzel manzaralarla dolu demir bir köprü üzerinden giriyorsunuz. Kasabanın merkezinde çok küçük de olsa şirin bir cadde var, bu caddede sağlı-sollu renkli evler sıralanmış. Buradaki kafe ve restorantlarda vakit geçirilebilir.
Selfoss’ta görülebilecek ilginç yerlerden biri de Bobby Fischer Evi. Bobby Fischer geçmişin en ünlü ve başarılı satranç ustalarından biri. ABD vatadaşı olan Fischer, ülkesiyle yaşadığı anlaşmazlıkların ardından Birleşmiş Milletlerin Yugoslavya’ya uyguladığı amborgoya rağmen oraya gidip bir satranç turnuvasına katılması nedeniyle kanun kaçağı pozisyonuna düşmüş ve akabinde de vatandaşlıktan çıkarılmış. Çok ilginç ve çileli bir hayat hikayesine sahip Bobby Fischer hayatının son yıllarını kendisini vatandaşlığa kabul eden İzlanda’da geçirmiş. İşte Selfoss’taki bu ev Fischer’in hayatının son yıllarını geçirdiği ev, günümüzde de bir müze gibi. (Fischer’ı hayatını konu alan Searching for Bobby Fischer – Masum Hamleler adlı bir de film var, meraklılıarına duyurulur).

Son olarak Selfoss’tan bir de yemek mekanı önerisinde bulunalım. Tommy’s Burger Joint, uygun menülere sahip keyifli bir hamburgerci, değerlendirilebilir.
Seljalandfoss
Güney İzlanda’nın ilk doğal güzelliği Seljalandfoss, Selfoss’tan yaklaşık 1 saat mesafede yer alıyor. İzlanda’nın ikonik güzelliklerinden biri olan bu şelaleyi uzaklardan, ana yoldan gelirken görmeye başlıyorsunuz. Zaten şelale ana yolun biraz yukarısında yer alıyor.

60 metre yükseklikten aşağıya akan şelalenin çevresinden dolanıp arkasına geçmek mümkün oluyor. Orada küçük bir mağara var. Tabii bu işlemi yaparken ıslanmayı azımsanmayacak şekilde ıslanmayı göze almalısınız. Yukarıda kalan mağaradan suyun aktığı havuzun yanına inmek için bir patika var, “ıslanmak bana vız gelir” diyenler için güzel bir deneyim olacaktır 🙂
Eyjafjallajökull Volkanı
Şelaleden sonraki durağımız Eyjafjallajökull Volkanı‘nın yakınlarındaki bir mekan. Öncelikle ismini telaffuz etmenin imkansız olduğu bu buzul volkandan bahsedelim. Aslında onu 2010 yılında gerçekleşen bir dizi volkan patlamasından hatırlıyoruz. Mart’tan Haziran’a kadar 3 ay süren bu patlamalar nedeniyle Avrupa’daki hava trafiği ciddi şekilde etkilenmiş, hava sahasını etkileyen kül bulutları nedeniyle sayısız uçuş iptal edilmişti.

Mekana dönecek olursak Faxi Bakery yol üzerinde kahve ve tatlı keyfi yapabileceğiniz gayet güzel bir mekan. Faxi Bakery’nin dış kısmında o dönem yaşanan volkan patlamaları hakkında bilgi ve görseller yer alıyor. Mekan içinde de tabanında volkan patlamasından kalma lav kalıntıları sergileniyor.



Mekan içinde kahvemizi içerken lav kalıntılarını inceliyoruz. Mekan dışından önümüzde yükselen yeşil tepeler arkasında gizlenen Eyjafjallajökull’u görmeye çalışıyoruz. Sis ve bulutlar nedeniyle bu pek mümkün olmuyor, rotamızdaki sıradaki durak noktamıza doğru yola koyuluyoruz.
Skogafoss
Sonraki durağımız İzlanda’nın en ünlü doğal güzelliklerinden biri olan Skogafoss. Yine geldiğimiz ana yoldan gürül gürül aktığını gördüğümüz bu ihtişamlı şelalenin yanına gidip yakından görmek için sabırsızlanıyoruz. Yine 60 metreden akan bu şelale Seljalandfoss’tan farklı olarak bir de 25 metrelik bir genişliğe sahip.

Skogafoss’la ilgili bir de şöyle bir efsane var: Rivayete göre bölgeye gelen ilk Viking yerlisi arkasındaki mağaraya bir hazine gömmüş, daha sonra halk bu hazinenin sandığını bulmuş ama içinden sadece bir yüzük çıkmış… Aslında bu efsanenin doğru olma şansı yok, çünkü şelalenin arkasında bir mağara bulunmuyormuş.
Bu şelale Game of Thrones dizisinin çekimlerinde kullanılan mekanlardan biri. Ejderhanın üzerinde kraliçe Daenerys Targaryen ve Jon Snow’un öpüştüğü ünlü sahne Skogafoss’un önünde çekilmiş.

Skogafoss’u 60 metrelik basamakları çıkıp yukarıdan da görmek mümkün oluyor. Çıkarken aşağıdaki ovayı, az ötedeki okyanusu, şelalenin devamındaki nehrin okyanusla buluşmasını izleyerek soluklanıyoruz. Yukarıda şelalenin yanında oluşan uğultuyu dinlerken doğanın gücüne ve güzelliğine bir kez daha hayran oluyoruz…
Şelaleden arkaya doğru devam eden yürüyüş yolları var. Eyjafjallajökull ve Mýrdalsjökull buzullarının arasından geçen, doğal yaşamla iç içe olan bu trekking yolları oldukça uzun rotalar. Denemek isterseniz bile iyice araştırmakta fayda var.
Solheimasandur Uçak Kazası Enkazı
Skogafoss’tan sonra gideceğimiz yer Güney İzlanda rotasındaki onca doğal güzelliğin aksine tek insan yapımı enteresanlığı barındırıyor. Burası da gerçekten enteresan, göreceğemiz şey bir uçak kazası enkazı. Solheimasandur Uçak Kazası Enkazı, 1973 yılında bölgeye düşen bir Amerikan askeri nakliye uçağına ait. 7 kişilik mürettebatın tamamının sağ kurtulduğu kaza sonrası uçak enkazı alandan kaldırılmamış, ve burası turistik bir noktaya dönüşmüş.

Uçak enkazı arabayı park ettiğiniz yerden oldukça uzakta maalesef. Yürüyerek gitmek 40 dakika sürüyor, dönüş de bir o kadar daha. Mümkün olduğunca çok yer görmek istiyoruz, zaman değerli. Yürüyüş esnasında karşılaşılabilecek sert rüzgarlar durumu daha da kötüleştirebilir. İzlanda’da turistik fırsatçılık gördüğümüz yer burası oldu açıkçası. Otoparkı daha yakına yapmayıp canınız isterse yürüyün demişler, yürüyemeyi göze almayan büyük çoğunluğa da bir shuttle koymuşlar. Ücreti kişi başı tek yön 2000 kron, neyseki gidiş-dönüş alınca biraz indirim yapıyorlar…

Kamyondan bozma gibi görünen otobüs shuttle ile enkazın yakınına geliyoruz. Enkaz aslında İzlanda’nın güneyindeki ünlü siyah kum plajında yer alıyor. Dilerseniz biraz ötedeki okyanusa kadar yürürüp plajın mavi sularla buluştuğu kısımları da görebilirsiniz.

Uçak çok büyük bir uçak değil, gövdenin büyük kısmı görülebiliyor. İçine girebiliyor, kanatlarına çıkabiliyorsunuz. Uçağın arka kısmı ziyaretçilerin yapıştırdığı stickerlarla bezenmiş. Bu değişik atmosferde çok özgün kareler yakalayabilirsiniz.
Dyrholaey
Uçak kazası enkazından yaklaşık 15 dakikalık bir mesafede İzlanda’nın en ünlü manzaralarından bazılarına ev sahipliği yapan Dyrholaey bulunuyor. Adanın en güney ucundaki konumuyla Dyrholaey’de okyanus dalgalarının dövdüğü devasa falezler, volkanik kalıntılar, sarp kayalıklar, kısacası akıl almaz bir doğal karışım var.

Dyrholaey’i gezerken her noktada nefes kesici manzaralara şahit oluyoruz. Falezlere vuran dalgaları izlerken az ötede binlerce yıllık volkanik kalıntılar, tabiri caizse kömürleşmiş kayaları görmek her yerde yaşanabilecek bir deneyim değil…

Dyrholaey’in doğusunda ünlü siyah kum plajı Reynisfjara tüm güzelliğiyle uzanıyor. Dakikalarca bu kumsalı izledikten sonra hemen arkasındaki kayalıklarda yuvalanmış puffin kuşlarını yakından görmeye çalışan kalabalığa karışıyoruz. Yaz aylarında İzlanda’da görülebilen bu kuşlar bir tür martı türü. Ama bizim bildiğimiz martılara göre çok daha şirin olduklarını aşağıdaki fotoğraftan görebilirsiniz 🙂

Reynisfjara Siyah Kum Plajı
Dyrholaey’in hemen ardından adanın en özel yerlerinden biri Reynisfjara Siyah Kum Plajı var sırada. Bu plajın özgün güzelliği siyah kumsalının yanı sıra hemen arkasında yükselen katılaşmış bazalt kayalarından ileri geliyor. Binlerce yıl önce volkanik patlamaların getirdiği lavların katılaşması ile oluşan bu kayalıklar, tıpkı bir merdiven gibi eşsiz bir düzen içerisinde sıralanıyor.

Bu plaj büyüleyici bir güzelliğe sahip olduğu kadar korkutucu bir üne de sahip. Zaten plaja geldiğinizde görmemenin imkansız olduğu uyarı levhalarıyla karşılacaksınız. Plajı tehlikeli kılansa okyanus dalgaları. Ancak bu dalgalar ilk akla geldiği gibi yüksekliği ile değil “sinsiliği” nedeniyle tehlikeli. Sinsi dalgaların özelliğiyse şu; plaja ulaşmayan veya belirli bir uzaklıkta gelen dalgalar hiçbir sinyal vermeden bir anda plajda ileri noktalara kadar gelebiliyor. Birkaç dalganın birleşimi oluşan bu dalgalar bilek hizasında olsa bile hızıyla insanları düşürüp okyanusun içine çekebiliyor. Hayati tehlikeye sebep olansa boğulma riskinden ziyade suyun soğukluğu. Atlantik Okyanusu’nun soğuk sularına maruz kalan insan birkaç dakika içerisinde hipotermi nedeniyle hayatını kaybedebilir. Son olarak 2017’de böyle bir kaza yaşanmış. Bir turist aile ile beraber birkaç kurtarma görevlisi maalesef hayatını kaybetmiş. Bu nedenle en çok yapılan uyarılardan biri lav sütunlarının güzelliğine kapılıp dalgalara arkanızı dönmemek yönünde oluyor. Çünkü bu durumda sinsi dalgalar için tam bir av durumuna düşmeniz muhtemel oluyor, aman dikkat edin…

Uyarı levhasında dalgalardan veri alarak plajın o anki risk durumunu gösteren renklere de yer verilmiş. Yeşil rengini görürseniz anlayın ki risk minimumda ve lav sütunlarının arkasındaki tarafa da rahatça geçebilirsiniz. Eğer kırmızı rengini görürseniz şanssız gününüzdesiniz, plajı levhanın olduğu sınırdan izlemeniz gerekiyor. Bu durumda lav sütunlarını maalesef yakından görme şansınız yok. Biz gittiğimizde tabelada sarı rengi gördük. Bu durumda plaja inip lav sütunlarının yanına kadar gitmek mümkün oluyor. Ancak sarı renk belki de bu 3 durumdan en risklisi. Neden derseniz bizim de şahit olduğumuz üzere sarı renge aldırmayıp lav sütunlarının öbür tarafına geçen şimarık turistler olabiliyor. Bu durumda dalgalara kapılma riskine girdikleri gibi suların biraz yükselmesi ile o tarafta mahsur kalma durumları da olabilir. İzlanda’da zaten nüfus az, her yere görevli koymaları mümkün değil. 2017’den sonra bir durum oluştuğunda karadan kurtarma yapma riskine girmeme kararı da almışlar. Yani son senelerde ancak helikopter desteğiyle kurtarma yapılabiliyor ki, helikopter gelene kadar yaşamak mümkün olur mu varın siz düşünün. Özetle turist şimarıklığına kapılmadan, kendinizin ve yakınlarınızın sorumluluğunu alarak bilinçli hareket etmek tek seçenek olmalı…

Bu kadar riskten tehlikeden bahsedip hevesinizi kursağınızda bırakmak değil niyetim. Sonuç olarak biz bu büyüleyici plajı keyifle ziyaret ettik, çoğu insan gibi hiçbir sorun da yaşamadık. Riske girenlerin de başına bir iş gelmedi, en fazla ayakları ıslanmıştır. Tedbirinizi aldıktan sonra buranın sonuna kadar tadını çıkarmakta hiçbir mahsur yok. Lav sütunlarına tırmanın, plajda yürüyün, dalgalarla tedbiri elden bırakmadan köşe kapmaca oynayın, başka bir yerde göremeyeceğiniz bu manzaraları hafızanıza kazıyın. Biz öyle yaptık…

Vik
Siyah kum plajının hemen arkasında İzlanda’daki en güzel kasabalardan biri var: Vik. Burası da tıpkı Selfoss gibi alışveriş merkezi, market, benzinlik, kafe ve restorantları bulabileceğiniz, İzlanda’nın doğal bir o kadar vahşi coğrafyasında bazı insani ihtiyaçlarınızı giderebileceğiniz sakin bir deniz kasabası 🙂

“Ben siyah kumsallara doyamadım” derseniz kasabanın da kendine ait Víkurfjara adında bir plajı var. Ek olarak kırmızı beyaz dokusuyla Víkurkirkja kilisesi ziyaret edilebilir. Kasabadan bir de restorant önerelim; Black Crust Pizzeria‘nın siyah hamurlu ve volkana benzeyen görsele sahip pizzalarını deneyebilirsiniz, biz çok memnun kaldık.
Fjaðrárgljúfur Kanyonu
Rota üzerinde doğuya doğru sonraki durak noktası yine muazzam bir doğal güzellik olan Fjaðrárgljúfur Kanyonu. Vik’ten yaklaşık 1 saat kadar uzaklıkta yer alan bu kanyon adını içinden geçen Fjaðrá Nehri’nden alıyor. Yüksekliği 100 metreyi bulabilen bu kanyon yaklaşık 2 milyon yıl önce Buzul Çağı’nda oluşmuş.

Kanyon üzerinde iki noktada gözlem platformu var. Son kısımda yer alan platformun karşısından akan şelaleyi izleyebiliyorsunuz. Bu eşsiz kanyonda yürürken İzlanda’nın akıl almaz güzelliklerini ve bunca güzelliğin bu küçük adada nasıl bir arada yer alabildiğine hayret ediyoruz. Şelaleler, gayzerler, kumsal ve kayalıklar, volkanlar, kanyonlar, göller, kraterler…. Ve henüz görme fırsatını bulamadığımız buzullar diyoruz ki, sırada onlar var…
Fjallsarlon Buzul Gölü
Güney İzlanda rotasındak son iki nokta buzul göllerinden oluşuyor. İlki Fjallsarlon Buzul Gölü göreceğimiz bir sonraki büyüleyici güzelliğin fragmanı gibi olsa da yine de çok güzel. Hayatımızda ilk kez buzul gölü ve yüzen buzullar görüyoruz.

İzlanda’nın en büyük Avrupa’nın da ikinci en büyük buzulu olan Vatnajökull‘un güney kıyısında yer alan bu buzul gölünde turlara katılıp buzulları daha yakından görebilirsiniz.
Jökulsarlon Buzul Gölü
Geldik Güney İzlanda rotasındaki en uzak noktaya. Reykjavik’ten yaklaşık 380 km ve 5 saat uzaklıktaki Jökulsarlon Buzul Gölü görülmeden gidilmeyecek güzellikteki bir yer. Biz seyahat planımıza yaparken ve Güney İzlanda rotamızı oluştururken Jökulsarlon’u hesaba kattık. Size de sonuna kadar öneriyoruz, eminiz ki pişman olmayacaksınız.

Jökulsarlon’e yaklaşırken henüz varmamışken sol tarafımızda birden beliren buzulları görünce kendimizden geçiyoruz. Arabamızı sabırsızlıkla park ettikten sonra kendimizi vakit kaybetmeden göl kıyısında buluyoruz. Önümüzde göl üzerinde yüzen devasa buzulllar var, kimi mavi, kimi beyaz, bazısı biraz kirli siyah (ki bu renk volkanik küllerden geliyor) ama hepsi öyle güzel ki…
Boyutları değişken ama bazıları çok büyük olan buzulları göl kenarına inerek, hemen ilerideki tepeye çıkarak, gölün okyanusla birleştiği boğaz kenarında yürürken hiç doymadan soluksuz bir şekilde seyrediyoruz.

Volkanik bir buzul olan Vatnajökull’u yakından görmek için göl üzerinde tekne turları var. Jökulsarlon da eşsiz güzelliğiyle yine Hollywood için bir çekim merkezi olmuş ve başta “Batman Begins” olmak üzere birçok filmde sahnelerde yer almış.

Jökulsarlon’daki güzellikler gölle sınırlı değil. Hemen ileride göl sularının okyanusla birleştiği yerde yer alan Diamond Beach ayrı bir cazibe merkzi. Burayı eşsiz kılan yine buzullar. Gölün okyanusla birleştiği boğazdan okyanus sularına karışan buzullar güçlü dalgaların etkisiyle bu plajda karaya oturuyor. Gölde uzaktan seyrettiğiniz ve “ah keşke daha yakın olabilseydik” dediğiniz buzullara işte burada dokunabiliyorsunuz. Tek fark buzulların eriye eriye daha küçük boyuta gelmiş olması. Bazı buzullar o kadar küçük ki mümkün olsa da eve götürebilsek diyorsunuz. İster elinize alın, ister üzerine oturun veya üzerine çıkın, ister yakından doyasıya seyredin. Bunu başka nerede yaşayabilirsiniz ki…

Rotamızın son noktası Jökulsarlön tüm İzlanda gezimizin doruk noktalarından biri, gerçi o kadar çok doruk noktası var ki saymakla bitmez. İzlanda; zaman zaman kendinizi uzayda başka bir gezegende, zaman zaman cennette hissettiğimiz gerçekliğinden şüphe ettiğimiz ülke. Hiçbir coğrafyada bu kadar az bulunur ve özgün doğal güzelliği bir arada görmedik. Ki belki sadece ülkenin yarısını görebildik. Bambaşka deneyimler için bir daha kavuşabilmek dileğiyle…
Gezi Tarihi: Temmuz 2024
Kitap Önerisi: İzlanda Balıkçısı – Pierre Loti





















































































Son yorumlar