Rio de Janeiro
Brezilya, yüzölçümü büyüklüğü olarak tüm dünyadaki dördüncü büyük ülke. Böyle olunca gezip görecek o kadar çok şehir veya bölge var ki birkaç tanesini gezmek bile haftalar sürer. Sadece bir şehri gezmek mümkün olacaksa o da Rio de Janeiro olmalı diye düşündük ve enerjisiyle bizi kendisine çeken Rio’ya doğru heyecanla yola çıktık. Uçak şehre doğru inmeye başladığında enfes sahilleri, büyüleyici tepeleri, özgün coğrafyasıyla Rio de Janeiro’nun büyüsüne kapılmaya başlamıştık bile…
“Yeni” kıtanın neredeyse tüm büyük şehirleri gibi Rio de Janeiro da Avrupalılar tarafından 16.yüzyılın başlarında kurulmuş. Portekizliler Rio’ya 1502 yılının Ocak ayında ayak bastığında, Guanabara Körfezi’ni bir nehir ağzı zannedip buraya “Ocak Nehri” anlamına gelen Rio de Janeiro ismini vermişler. Yanlışlarını er geç anlamışlar ama ismi öyle kalmış 🙂
Brezilya, Güney Amerika’nın Portekizce konuşulan tek ülkesi (bu hikaye için) ve Rio de Janeiro bir zamanlar Portekiz’e başkentlik yapmış. Napolyon’un Portekiz’i işgal etmesiyle Portekiz Kraliyet ailesi ve tüm soylular Brezilya’ya göç etmek durumunda kalmış ve krallığın başkenti Rio olmuş. Böylelikle Rio de Janeiro, bir Avrupa ülkesine kıta dışında başkentlik yapan ilk ve tek şehir olma ünvanını da almış.
Tek başına futbol sevgisi bile Brezilya’yı sevmek için çoğumuz için yeterli olmuştur. Acılarla dolu tarihine rağmen hayat dolu duruşları, sıcakkanlı ve samimi insanlarını hep kendimize yakın hissetmişizdir (Çevremde Brezilya’yı veya Brezilyalıları sevmeyen tek bir kişi tanımadım, rahatlıkla genelleme yapabiliyorum :)). Altında yatan nedeni tam olarak bilememekle beraber gururla içime yüzde yüz sinerek diyebiliyorum ki Rio de Janeiro hem İstanbul hem de Ankara ile kardeş şehir 🙂
Lapa & Rio de Janeiro Katedrali
Şehrin merkezindeki Lapa, Rio’yu gezmeye başlamak için en uygun noktalardan biri. Bu tarihi merkezde şehrin kültürünü yakından görüp tanıyabilirsiniz. Ayrıca restorant, bar ve kulüplerin yoğunlaştığı bu bölgede Brezilya müzikleri eşliğinde dans edebilir ve şehrin gece hayatına karışabilirsiniz. Ancak bunlardan önce Lapa’da görmeniz gereken kültürel eserler var, bunları ihmal etmemek gerek 🙂

Bunlardan ilki, Lapa’nın tam ortasından geçen Arcos de Lapa (Lapa Su Kemeri) ve Lapa’ya geldiğinizde bu tarihi yapıyı görmemek imkansız. 1750 yılında şehrin merkezine taze ve kaliteli suyun getirilmesi amacıyla inşa edilen su kemeri, 20.yüzyılın başında alternatif yöntemlerin bulunması ile farklı bir şekilde hizmet vermeye başlamış. Lapa’ya komşu yüksek mahalle Santa Teresa’ya ulaşım için kurulan tramvay hattı, su kemerinin üzerinden geçirilmiş ve günümüzde de bir viyadük görevi görüyor.

Su kemerinin hemen ilerisinde orjinal mimarisi ile bize göz kırpan Rio de Janeiro Katedrali var sırada. Lapa’ya gelir gelmez tıpkı Arcos de Lapa gibi hemen dikkatimizi çeken bu devasa yapı daha önce gördüğümüz hiçbir kilise veya katedrale benzemiyor. Edgar de Oliveira da Fonseca tarafından “Maya Piramitleri” mimarisinden esinlenerek tasarlanan bu devasa yapı 1964-1979 yıllları arasında 15 yılda inşa edilmiş. 20000 kişilik kapasitedeki bu “Yeni Katedral”, 17.yüzyıldan günümüze kadar Rio’ya hizmet etmiş bütün başpiskoposluk kiliselerinin de yerini almış.

75 metre yüksekliğindeki katedralin içinde yer alan Brezilya’nın renklerinin de yansıtıldığı vitray süslemeler görülmeye değer. Bunun dışında katedralin oldukça sade bir mimariye sahip olduğunu söylemek mümkün. Zaten içerideyken bir kilisede değil de gerçekten Mayalara, yani kıta topraklarının asıl sahiplerine ait bir tapınaktaymışsınız gibi hissediyorsunuz…

Selaron Merdivenleri
Lapa’da Rio de Janeiro’nun son dönemde sembollerinden biri haline dönüşen Selaron Merdivenleri de yer alıyor. İsmini bu merdivenleri eşsiz bir sanat eserine dönüştüren sanatçı Jorge Selaron’dan alan 215 basamak, Arcos de Lapa’ya çok yakın bir konumda.

Jorge Selaron oldukça ilginç bir hayat hikayesine sahip. 1947 yılında Şili’de doğan sanatçı, 1983 yılında Rio’ya yerleşmiş. Aradaki zaman zarfında 50’den fazla ülkeyi gezmiş, ziyaret etmiş hatta bazılarında yaşamış. 1990 yılında merdivenleri boyamaya başlayıp biri bitince diğeriyle devam etmiş. Kendisi merdivenlerdeki çalışmasını hiçbir zaman bitmeyecek bir eser olarak görmüş ve ancak kendi ölümüyle beraber sona ereceğini söylemiş. 2013 yılında merdivenlerde ölü bulunduğunda, bir nevi kendi kehaneti de gerçekleşmiş oldu diyebiliriz.

60’tan fazla ülkeden gelen, bağışlanan 2000’den fazla karonun bulunduğu merdivenlerin gerçek bir sanat eseri olduğunu söylemeliyim. Rengarenk, capcanlı, çok farklı kültürel mozaiğin bulunduğu bu alanda saatlerce vakit geçirebilir insan. Her köşede dünyanın çok farklı ülkelerinden çok farklı simgeler göze çarpıyor. Hiçbir detayı kaçırmamak için ince eleyip sık dokumak gerekiyor. Ki ülkemizden farklı motifler de böylelikle gözümüzden kaçmıyor; bayrağımız, Fatih Sultan Mehmet portresi ve Hacivat & Karagöz motifleri bunlardan bazıları…


Merdivenlerde sürekli karşımıza farklı şekillerde tasvir edilmiş hamile bir Afrikalı kadın figürü çıkıyor. Selaron’un bir “hamile kadın fetişisti” olarak anılması ve hatta öldürülmesinin de bununla ilgili olduğu söyleniyor. Kendisi ise hamile kadın figürüne olan takıntısını, geçmişiyle ilgili kişisel bir problem olarak tanımlamakla yetinmiş.

Centro
Lapa’dan sonra Rio’nun bir diğer merkez semti Centro‘dayız. Centro, şehir için önemli tarihi ve modern yapıları barındıran ikonik bir semt. Hemen körfez kıyısında yer alan Praça XV de Novembro (15 Kasım Meydanı) bu semti gezmeye başlamak için en uygun nokta. Meydanın ismi Brezilya Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi olan 15 Kasım 1889’a ithafen verilmiştir. Bu meydan ve çevresindeki diğer önemli yapılar; Paço Imperial (Kraliyet Sarayı), Rio de Janeiro eyaletinin yasama meclisine ev sahipliği yapan Palácio Tiradentes ve “Eski Rio Katedrali” olarak da anılan Igreja Nossa Senhora do Monte do Carmo olarak özetlenebilinir. Gelmişken bu yapıları görmeyi ihmal etmeyin.

Semtin daha içeri kısmına, körfeze zıt yönde ilerlediğimizde kentteki en ilginç yapılardan birine geliyoruz: Real Gabinete Português de Leitura (Portekiz Kraliyet Kütüphanesi). Napolyon’un işgalinden kaçan Portekiz Kraliyet ailesi, kraliyetin yeni başkenti Rio’ya gelirken yanlarında kraliyet kütüphanesine ait eserleri de getirmişler. Yaklaşık 350.000 kitap ve yazmanın bulunduğu kütüphane binası 1880-1887 yılları arasında inşa edilmiş ve ön cephesi Lizbon’daki Jerenimos Manastırı’ndan esinlenerek yapılmış.

Dışarıdan bakınca çok etkileyici bir yanı yok gibi görünen yapının içine girdiğimizde dünyamız tamamen değişiyor. Ne yana baksak farklı bir ayrıntı, farklı bir güzellik var karşımızda. Ahşap işçiliği, tavan süslemeleri, kitapların dizildiği raflar ve muntazamlık büyülüyor bizi. Bu kütüphane Time dergisi tarafından dünya üzerindeki en etkileyici 4 kütüphaneden biri seçilmiş, aklımıza bundan güzel olabilecek bir tek Prag’taki kütüphane geliyor. Diğerlerini şiddetle merak ediyoruz…

Kütüphane binasından ayrıldıktan sonra Centro’yu arşınlamaya devam ediyoruz. Şehrin ilk Presbityen kilisesi Catedral Presbiteriana do Rio de Janeiro, günümüzde müzeye çevrilmiş kolonyal döneme ait önemli kiliselerden Museu Sacro Franciscano, Theatro Municipal do Rio de Janeiro (Rio de Janeiro Belediye Tiyatrosu) ve Fundação Biblioteca Nacional (Milli Kütüphane) binaları Centro’da görülecek diğer önemli yapılar. Özellikle Paris’teki opera binasından esinlenerek inşa edilen Belediye Tiyatrosu’nun oldukça etkileyici bir dış mimariye ve güzelliğe sahip olduğunu belirtmeden geçmeyelim.

Centro’dayken şehrin en ünlü pastanelerinden biri, belki de birincisi olan Confeitaria Colombo’ya (Colombo Pastanesi) uğramayı ihmal etmeyin. Açıldığı saatten itibaren önünde uzun kuyruklar oluşan Colombo’nun içi oldukça şık ve ürünleri de sanat eseri kıvamında. Tuzlu yiyecekseniz etli börek kıvamındaki “torta de carne”, tatlı için de profiterol tabağı tavsiye edeceklerimiz arasında.


Corcovado Tepesi & Kurtarıcı İsa Heykeli
Sırada sadece Rio’nun değil Brezilya’nın en büyük simgelerinden biri olan Kurtarıcı İsa Heykeli var. Corcovado Tepesi‘nin zirvesine yapılan bu etkileyici heykele gitmek için Cosme Velho tren istasyonuna ulaşıyoruz. Tepeye minibüs, taksi ve hatta yürüyüş ile bile çıkmak mümkün olsa da biz en güzel seçenek olduğunu düşündüğümüz trenle ulaşımı tercih ettik. Cosme Velho’dan Corcovado Tepesi’ne her yarım saatte bir tren kalkıyor, açıkçası tren kapasitesi de sınırlı sayılır. Dolayısıyla Cosme Velho’ya gelmeden önce biletlerinizi internetten almanızı ve sabah erken saatlerde orada olmanızı şiddetle tavsiye ediyoruz. Yukarısı her türlü çok kalabalık olacak, ona bir çare bulmak zor ama en azından bilet ve tren sırasında minimum düzeyde beklemek ancak bu şekilde mümkün…


Cosme Velho tren istasyonunda Kurtarıcı İsa Heykeli’nin tarihçesine ait bilgi ve görselleri görmek mümkün oluyor. İstasyonun çatısındaki ülke bayrakları da Rio’nun ev sahipliği yaptığı 2016 Yaz Olimpiyatları’ndan kalan güzel bir hatıra olarak duruyor.

Yaklaşık 20 dakika süren tren yolculuğu boyunca zirveye doğru kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Yemyeşil bir ormanın ve enfes bir doğanın içinde gerçekleşen bu yolculuğun tadını daha iyi çıkarabilmek için mümkün olursa trenin ön kısmında yer bulmaya çalışın, keyfinize keyif katın 🙂

Ve sonunda tepedeyiz, yeni dünyanın 7 harikasından biri seçilen Kurtarıcı İsa Heykeli’nin (Cristo Redentor) yanı başındayız. Eşsiz bir sanat eseri olduğu kadar bir mühendislik harikası da olan heykel 700 metrelik Corcovado Tepesi’nin en yüksek noktasına kondurulmuş. İnşasında da heykeltraşlar ve mühendisler beraber çalışmış. 1922-1931 yılları arasında yapımı tamamlanan heykelin yüksekliği 8 metrelik tabanı ile beraber 38 metreyi buluyor. En etkileyici kısımlarından biri sayılabilecek iki kol açıklığı da 28 metre uzunluğunda, yani neredeyse heykelin boyu kadar. Dünya üzerinde Kurtarıcı İsa Heykeli’ne benzer birçok benzer yapı bulunsa da tarihsel öz kardeşinin Lizbon’da bulunan Cristo Rei heykeli olduğunu söylemek mümkün. Tabii bu benzerlerinin hiçbirinin orjinali kadar etki yaratamadığını da eklemek gerek…


Kendini en çok mimari alanında göstermiş Art Deco sanat akımı tarzındaki heykel güçlendirilmiş beton ve sabuntaşından yapılmış. Kurtarıcı İsa Heykeli, Art Deco tarzının dünyadaki en büyük örneği konumunda. El emeğine değil endüstriyel üretime dayalı bu tarz, geometrik desenlerin öne çıkmasıyla da biliniyor. Kurtarıcı İsa Heykeli’ne bakınca etkilenmemek mümkün değil ama bu heykeli bana göre asıl eşsiz kılan inşa edildiği zor coğrafya ve çevresindeki inanılmaz manzara.

Corcovado’da manzara o kadar güzel ki hiç ayrılmak istemiyor insan. Tam karşıdaki Sugar Loaf başta olmak üzere Botofago, Coppacabana, Rodrigo de Freitas Gölü, Maracana ve Guanabara Körfezi ayaklarımızın altında. Bir heykele bakıyoruz bir bu muhteşem manzaraya. Heykelin arkasında ve aşağısındaysa Tjuca Milli Parkı‘nın doğal güzelliği nefes kesiyor. Tüm bunları izlerken öyle bir an geliyor ki Nazım’ı hatırlıyor insan ve içinden geçiriyor: “gerçekten yaşadım” diyebileceğim bir şey yaşıyorum…


Sugar Loaf (Kesmeşeker Dağı)
Kurtarıcı İsa Heykeli’nden sonra Corcovado’dan uzaktan gördüğümüz Sugar Loaf’u (Kesmeşeker Dağı) görmenin tam sırası diye düşünüyoruz ve soluğu orada alıyoruz. Kurtarıcı İsa Heykeli’ne benzer şekilde Sugar Loaf ziyareti için de biletleri önden internetten almakta fayda var, böylelikle devasa boyuttaki sıraları beklemekten kurtulabilirsiniz.


“Sugar Loaf Tepesi” ismi 16.yüzyılda Brezilya’dan Hindistan’a yapılan yoğun şeker kamışı ticareti döneminde Portekizliler tarafından verilmiş. Gemilerle küp şeklinde taşınan şekerin konulduğu konik kapları hatırlatmasıyla verilen bu orjinal isim günümüzde de yaşamaya devam ediyor. Şehrin Atlantik Okyanusu’na açılan ağzında yükselen bu granit ve kuvars jeolojik yapı gerçekten eşsiz bir güzelliği sahip, 2012 yılından bu yana da UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor.


Deniz seviyesinden yaklaşık 400 metre yükseklikteki tepeye teleferik sistemiyle ulaşılıyor. 1912 yılından bu yana aktif olan ve 1400 metre uzunluğundaki teleferik sistemi iki aşamalı olarak Sugar Loaf Tepesi’ne çıkıyor. Önce Morro da Urca Tepesi’ne çıkıyoruz. Her tarafı camdan duvarlı teleferik kabinindeyken muhteşem manzaraları izlemek bu deneyimi benzersiz kılan etmenlerden biri…

İlk durakta da manzaralar süper ama daha iyilerini daha yüksekten görebilmek için vakit kaybetmeden Sugar Loaf’un zirvesine çıkmak istiyor insan. En az ilki kadar etkileyici teleferik yolculuğu sonrası Sugar Loaf’a ulaştığımızda tüm Rio farklı perspektiflerden yine ayaklarımızın altında. Copacabana Plajı, Botafogo, Corcovado Tepesi, körfez ve Santos Dumont Havaalanı tüm güzellikleriyle gözümüzün önünde. Özellikle havaalanına inen ve havaalanından kalkan uçakları izlemek apayrı bir keyif oluyor.

Tepeye gelmişken Clássico Beach Club – Urca‘da bir şeyler yiyip içip bu büyülü atmosferin tadına sonuna kadar varmanızı öneriyoruz. Bu mekanda otururken küçük maymun türlerini görmek de mümkün oluyor, benden söylemesi 🙂 Ayrıca tepenin eteklerine doğru doğayla iç içe macera dolu bir yürüyüş yapmak da mümkün. Macera dolu diyorum çünkü yürüyüş yolunun başında yılan gibi bazı vahşi hayvanlar konusunda uyarı levhaları koymuşlar. Bu kadar insanın olduğu yerde ne kadar karşınıza çıkabilirler bilmiyorum ama dikkat etmekte fayda var.

Ipanema & Copacabana
Rio de Janeiro’nun ününe ün katan en önemli unsurlarından biri de inci gibi beyaz kumları ile dikkat çeken plajları. Ve bu plajlar her mevsim ilgi odağı olmayı sürdürüyor. Rio’nun coğrafi konumunun getirdiği avantajla yıl boyu sıcak hava koşuları bu plajların her daim popüler kalmasına imkan veriyor.
Bu plajlardan ilki Ipanema, diğer iki ünlü plaj Copacabana ve Leblon‘un arasında yer alıyor. İlk olarak “The girl from Ipanema” şarkısı sayesinde uluslararası üne kavuşan bu plaj, daha sonra hem Rio’nun hem de Brezilya’nın gözdelerinden biri olmuş. Plajla aynı isme sahip Ipanema semti de kentin en pahalı ve iyi düzenlenmiş semtlerinden biri.

Kış mevsiminde olmamızın etkisiyle tenha sayılabilecek plajda yine de denize girenler ve güneşlenenleri görebiliyoruz. Gelmişken Atlantik Okyanusu’nun serin sularına kendimizi bırakmak çok içimizden geçiyor, ne var ki hazırlıksızız ve daha fazla gezme arzumuz ağır basıyor. Bir dahaki sefere mutlaka diyerek ilerliyoruz.


Rio’nun plajları tam da anlatıldığı gibi. Futbol, plaj voleybolu ve belki de bir tek Brezilya’da rastlayabileceğiniz ayak voleybolu oynayan her yaştan kadın ve erkeklerle dolu plajlar. Bu plajlarda çıplak ayakla oynaya oynaya inanılmaz yeteneklere sahip olan futbolcuların yetişmesini gözüyle görünce daha iyi anlıyor insan. Bu insanlar gerçekten başta futbol olmak üzere spora aşıklar…

Ipanema’nın bitiminde bir diğer ikonik plaj Copacabana Plajı başlıyor. Ipanema’yı dik kesen 4 km’lik Copacabana, televizyon veya filmlerden mutlaka görmüş olduğumuz hiç gitmesek bile bildiğimiz o ünlü plaj 🙂 Ipanema’ya benzer şekilde bu plaj da gece gündüz spor yapanlarla dolu. Plaj boyu yürüyüş yaparken plajın hareketli atmosferini seyretmek Rio’da mutlaka yapılması gerekenler arasında. Yorulunca plaj manzarası eşliğinde kahve veya Brezilya’nın yerel içkisi Cachaca veya Caipirinhalarınızı yudumlayabilirsiniz…


Copacabana’da yürürken bir yapı dikkatinizi çekecektir; ünlü Copacabana Palace oteli sadece Rio’nun değil dünyanın en ünlü otellerinden biri. Tarihçesi 1923 yılına kadar giden bu otel, yıllar boyunca dünyanın en ünlü şahsiyetlerini ağırlamış.
Copacana’ya gelmişken kentin en iyilerinden biri olan Churrascaria Palace‘ta yemek yemenizi tavsiye ediyoruz. Brezilya’nın sınırsız et anlayışını siz durun diyene kadar her türlü etin önünüze servis edilmesi deneyimini anlatabilmek mümkün değil, bunu yaşamanız lazım 🙂 Buna ek olarak Copacabana Palace’ın hemen yanında yer alan dondurmacı Momo, Rio’da dondurma keyfi için en iyi mekanlardan biri, dondurma severlere duyurulur…
Favela – Rocinha
Rio de Janeiro dünya harikası plajları, doğal ve insan yapımı güzellikleri, eğlenceli gece hayatı kadar “favela”ları ile de meşhur. Favelalar, Türkiye’deki büyük şehirlerde karşılaştığımız gecekondu mahallerinden farksız. Yaşam standardının çok düşük olduğu, asgari ücret veya sigortasız işlerle geçinen ailelerin yaşadığı, her türlü suç çeşidinin egemen olduğu, çete savaşlarına sahne olan favelalar uzun zamandır Rio’nın sosyoekonomik yapısının bir parçası olmuş. Rio’nun güvensiz bir şehir olarak anılmasının da en büyük nedeni aslında bu mahalleler diyebiliriz.

Michael Jackson’un ünlü şarkısı “They don’t care about us” için Rio’daki favelalardan birinde klip çektikten ve favelalardaki yaşamı anlatan kült film “City of God (Cidade de Deus)” sonrası favelalar dünya çapında fark edilir oldu. Her ne kadar tehlikeli de olsa buradaki yaşamı ve kültürünü görmek giderek daha fazla insan için merak konusu haline geldi. Böyle olunca turistleri sırf favelaları gezdirmek için düzenlenen turlar oluşmuş. Açıkçası böyle bir tur imkanı olmasa biz de cesaret edip gidemezdik, bu imkan sayesinde Rio’nun göreceli daha güvenli bir favellası olan Rocinha‘yı görme şansı bulduk.

Şehrin güney kısmında tepelik bir araziye kurulmuş Rocinha, 200.000 kişilik nüfusuyla sadece Rio’nun değil Brezilya’nın en büyük favelası konumundaymış. Rocinha’nın girişine kadar araçlarla geldikten sonra, araçlardan inip favela içinde yürüyüşe başlıyoruz. Gündüz gözüyle orada olduğumuz için kendimizi tehlikeli veya güvensiz bir yerde hissettiğimizi söyleyemem. İnsanları belki fakir, evler de eski ve bakımsız ama mahallenin ortamı farklı bir samimiyet barındırıyor.


Favelanın ortasından giden caddeden yukarı doğru yürüyüp bir terasa çıkıyoruz. Ve bu terasta güzelliği kadar sosyal adaletsizliği yüzümüze çarpan bir kent manzarası ile karşılaşıyoruz. Karşımızda Rocinha’nın eteklerinde kurulduğu dimdik bir tepe, iki yanda gökdelenler ve plajların manzarası. Bir yanda ucu bucağı olmayan bir zenginlik, bir yanda dipsiz bir kuyunun içindeki fakirlik. Bu dünyanın adaleti yok maalesef…

Terastan aşağı inip ana cadde üzerinde ilerlemeye devam ediyoruz. Caddeden sürekli insanları taşıyan motor taksiler geçiyor. Başımızı yukarı kaldırdığımızda elektrik tellerinden oluşan bir düğüm yumağı görüyoruz her yerde. Burada sanırım elektrik kaçak ve bedava. Bir ara caddeden ayrılıp daracık merdivenlerden yürüyoruz. Bu kısım gündüz bile insana bir korku salıyor, hava karardıktan sonra buralar nasıl bir yer oluyor düşünmek bile istemiyorum.

Rocinha’da cadde üzerinde ilerledikçe favelanın kilisesine ulaşıyoruz. İçeriye girip biraz soluklanıyoruz. Burada asıl hoşumuza giden şey kilise bahçesinde duvara resmedilmiş ünlü “İsa’nın Son Akşam Yemeği” tablosunun sempatik bir yorumu oluyor.
Mahallenin sonuna doğru ilerlerken sağlı-sollu dükkan ve seyyar satıcıların olduğu bir alandan geçiyoruz. Ben şahsen göremedim ama bu kısımda uyuşturucu satan silahlı adamlar bulunuyormuş. Yani bu kısımda adrenalin zirve yapıyor…

Yavaş yavaş Rocinha’dan çıkarken favelanın içinde hiç görmediğimiz polis ekipleriyle de karşılaşıyoruz. Bir de favelanın hemen çıkışında yolun üstünde köprüye benzeyen taştan oval bir yapı görüyoruz. Bunun samba ile ilgisini bir sonraki durağımız Sambadrome’da göreceğiz.
Sambadrome (Sambódromo Marquês de Sapucaí)
Ünlü Rio Karnavalı dünya üzerindeki en büyük şovlardan biri. Yaz mevsiminin sonunda Şubat ayı içinde gerçekleşen karnavalı görebilmek için doğru zamanda gelmedik. Zaten karnaval döneminde Rio’da adım atacak yer kalmadığı söyleniyor. Bir yandan insan bir kez dahi olsa bu şovu seyretmek istiyor ama devasa kalabalıkla beraber ne kadar tadı çıkar emin değilim.
Karnavalı göremesek de en azından gerçekleştiği alanı görmek için Sambadrome‘a doğru yol alıyoruz. Rocinha’da gördüğümüz taştan sembol Sambadrome’un girişinde de bulunuyor. Kimilerine göre bu görsel samba yapan bir kadın kalçasını simgeliyor, gerçekten öyle mi yoksa insanların hayal gücü mü bilemiyorum. Bu kadar ıssız bir mekanın karnaval zamanı nasıl o kadar cıvıl cıvıl bir ortama dönüştüğünü tasvir etmek kolay değil, karnaval günlerine veya sambaya dair neredeyse hiç bir iz yok.

Yeri gelmişken sambadan ve tarihçesinden de detaylı olarak bahsedelim. Afro-Brezilyalıların Afrika’dan getirdiği düşünülen bu müzik ve dans türü, önce Bahia daha sonra Rio de Janerio eyaletlerinde ortaya çıkmış. 19.yüzyılın sonlarında Brezilya’da çalıştırılan Afrikalı kölelere ait bu müzik türü Portekizce “samba” olarak anılmaya başlamış. Kölelerin yaşadığı zor yaşam koşullarına rağmen mutlu olabilmeyi tercih ettiklerini göstermek için kullandığı düşünülen bu hayat dolu dansı, dünya tarihindeki en anlamlı ve saygı duyulacak protesto şekillerinden biri olarak görüyorum. “Samba” dansı günümüzde UNESCO Miras Listesi’nde somut olmayan kültürel zenginlik olarak yerini almış.
Rio Karnavalı’nda her yıl kentteki favellalardan gelen Samba Okulları yarışıyor. Neredeyse bütün yıl boyunca karnavala hazırlanan okullar, gösteri boyunca sadece dans figürleriyle değil kıyafetleri, maskeleri, müzik seçimi ve uyumu gibi birçok farklı kriter üzerinden değerlendiriliyor. Böylelikle samba kültürünün sürekli olarak yaşatılması sağlanırken, verilen büyük para ödülleri ile favellada yaşayan birçok insan için de gelir kaynağı sağlanıyor. Son olarak bir hatırlatma; karnaval zamanı haricinde caddelerde veya mekanlarda gösterişli samba kıyafetleri ile dans eden kadınları ve erkekleri görmeyi beklemeyin, bu sadece karnaval zamanına özgü bir durum.
Maracana
Rio de Janeiro’ya gelmişken futbol mabedi Maracana‘yı görmeden gitmek olmazdı. Merkezden biraz uzakta kalan Maracana semtine metroyla ulaşmakta zorlanmıyoruz. İstasyondan çıkar çıkmaz da Maracana Stadyumu karşımızda beliriyor. Brezilya’nın 1950’deki FIFA Dünya Kupasına ev sahipliği yapacağı kesinleşince yapımına başlanan bu efsanevi stadyum, aynı dünya kupasında tüm futbol tarihinin en çok seyircinin takip ettiği maça ev sahipliği yapmıştır. 1950 Dünya Kupası’nın finalinde Brezilya, Uruguay’ı Maracana’da ağırlamış ancak maalesef maçtan 2-1 yenik ayrılmış. Ülkenin yaşadığı en büyük travmalardan birine 199.854 seyirci eşlik ederken aynı zamanda dünya rekoru da kırılmış…

Rio’nun iki köklü kulubü Flamengo-Fluminense derbilerine de ev sahipliği yapan bu büyük stadyumun ligdeki seyirci rekoru da 1963’te 2-2 biten maçta 177.656 seyirci ile kırılmış. Günümüzde bu seyirci sayıların ulaşmak mümkün değil, FIFA’nın koyduğu sınırlamalar ve standartlar nedeniyle Maracana’nın günümüzdeki kapasitesi 95 bin.
Maracana’da günümüzde de lig maçları oynanıyor, maçların olmadığı günlerde de stadyum bir müze olarak işlevini sürdürüyor. Müze girişinde stadyumdaki tarihi anların bir özetiyle karşılaşıyoruz. Hemen ardından dünya kupalarında kullanılan özel futbol topları, eski-yeni kramponlar, efsanevi futbolcular ve bu futbolculara ait özel eşyalar sergileniyor. Bir yanda Pele, bir yanda Garrincha, diğer tarafta Ronaldinho, Neymar, Ronaldo ve daha niceleri ziyaretçileri selamlıyor…


Sonraki koridorda bu sefer efsane futbolcuların ayak izleriyle karşılaşıyoruz. Romario’dan Dunga’ya, Socrates’ten Beckenbauer’e, Eusebio’dan Kaka’ya kimler yok ki bu alanda. Koridorların duvarlarını ise Brezilya Milli Takımı’nın nostaljik formaları süslüyor. Futbol tarihindeki bu zaman tünelinden hiç çıkmak istemiyor insan.


Stadyumun yeşil çimlerine çıkmadan önce son olarak soyunma odalarından geçiyoruz. Bu kısımda da Brezilya Ligi’ndeki tüm takımlara ait formalar asılmış. Rio de Janerio’nun en önemli semtlerinden Flamengo ve Botafogo başta olmak üzere Fluminense, Palmerias, Santos ve diğerleri, hepsi burada. Soyunma odasından çıkınca bu eşsiz futbol mabedinin içindeyiz sonunda. Yedek kulübesinden, tribünlerden, saha kenarından Maracana’nın atmosferini içimize çekiyoruz.

Bu ülke halkı için futbolun anlamı çok büyük, Maracana’nın yeri ise ayrı. 1950’nin acısını 2014’te Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda çıkarmak istediler ama yarı finalde, farklı bir şehir ve statta, Almanya’ya 7-1 kaybedip daha büyük bir hezimet ve travma yaşadılar. Bu maçın rövanşını bu kez 2016 Rio Olimpiyatları’nda, Maracana’da oynanan finalde Almanya’yı yenerek aldılar. Ama tabii dünya kupasının yeri apayrı. Elbet bir gün Maracana’da Brezilya bir dünya kupası finali kazanacak, eminim her Brezilyalı buna yürekten inanıyor…
Santos Dumont Havaalanı
Bu şehrin her köşesi gerçekten ayrı bir hikaye barındırıyor. Rio de Janeiro’dan ayrılırken şehrin ikonik havaalanı Santos Dumont’tan bahsetmenin tam zamanı. Havaalanı şehir merkezinin denizle buluştuğu alana, Guanabara Körfezi’nin hemen girişine inşa edilmiş ve enfes manzaralara sahip. Geçmişi 1930’lara kadar uzanıyor ve Rio de Janeiro’nun üç havaalanından en merkezi ve en büyük olanı.

Şehir merkezine yakınlığı ile konum olarak dünyadaki büyük metropoller içinde belki de en iyisi sayılabilecek bu havaalanının buna mukabil bir de handikapı bulunuyor. Hemen önünde yer alan Sugar Loaf tepesi nedeniyle, uçakların inerken veya kalkarken kısa sürede manevra yapmaları gerekiyor. Ek olarak, havaalanının pist uzunluğu elbette standartlara uygun ve yeterli. Ama pistin başı ve sonu denizle sonlandığı için insanda bir heyecan yaratmıyor değil.

Özet olarak Santos Dumont’a doğru uçağınız alçalırken veya havaalanından uçağınız yükselirken pencerelerden muhteşem şehir manzaralarını izlemeyi ihmal etmeyin. Benzer şekilde Sugar Loaf’ta da inen ve kalkan uçakları izlemek belirli bir süre sonra bağımlılık yaratabilecek kadar keyifli 🙂 Aynı Rio de Janeiro gibi… Tekrar görüşmek üzere hoşçakal Brezilya…

Gezi Tarihi: 2023 Ağustos
Kitap Önerisi: Latin Amerika’nın Kesik Damarları & Gölgede ve Güneşte Futbol – Eduardo Galeano





















































































Son yorumlar