Mardin – Midyat – Hasankeyf
Mevsimlerden ilkbahar… Kadim şehirler diyarı Mezopotamya’da, Mardin’deyiz. Mardin’e ilk girdiğimiz andan itibaren tarihle, çok eskiden yaşamış insanlarla bağının halen devam ettiren bir yerde olduğumuzu sezdiren bir his kaplıyor içimizi. Her yer ve her şey binlerce yıllık bir tarihin parçası sanki…
Otelimiz Merdin Otel’e eşyalarımızı bıraktıktan sonra Mardin’in kalbinden geçen 1. Cadde’de yürümeye başlıyoruz. Cadde üzerinde tüm evler ve dükkanlarda tarihi dokunun korunmasına özen gösterildiğini, Mardin’in taş evlerine uygun şekilde tek tip tabelaların kullanıldığını görüyoruz. Başımızı yukarıya her çevirdiğimizde ise Mardin Kalesi’nden kalanları selamlıyoruz…

Caddenin üst kısmında da alt kısmında da camiler, medreseler, kiliseler, taş sokaklarla dolu bir tarih yatıyor. Biz önce üst kısımdan başlamayı tercih ediyoruz… İlk durağımız Zinciriye Medresesi oluyor.

Mardin’deki birçok eser gibi Artuklu Beyliği dönemine ait olan bu medrese 14.Yüzyıl’da yaptırılmış. Diğer adı İsa Bey olan medresede avlu, camii, türbe gibi yapılar bulunuyor ve taş işçiliği görülmeye değer.


Zinciriye Medresesi’nden sonra yakınında bulunan Şehidiye Camisi ve Medresesi’ni de hızlıca ziyaret ediyoruz. Özellikle caminin minaresi oldukça etkileyici. Daha sonra caddeye dönüyor, yürümeye devam ediyoruz. Ve karşımıza Mardin’in kültürel zenginliğine örnek bir kilise çıkıyor: Mor Hürmüzd Keldani Kilisesi.

Süryanilere ait bu Katolik kilise 397 yılında yapılmış. Kilisenin içi oldukça sade ve güzel bir mimariye sahip. Bu arada “Mor”un Süryanice’de aziz anlamına geldiğini öğreniyoruz ki göreceğimiz tüm kiliselerin isimleri böyle başlıyor. Kiliseden çıkıp aşağıya doğru bakınca bu defa nefis bir minare karşımıza çıkıyor: Ulu Cami’nin enfes mimarisi…
Mardin öyle bir kültürel zenginlik sunuyor ki sadece cami ve kiliseleri ardı ardına görebiliyor olmak değil farklı millet ve mezheplere ait yapıları da ortak veya farklı yanlarıyla inceleyebiliyor olmak çok keyifli. Öyle ki Süryani Katolik Kiliselerinin yanı sıra Protestan, Ermeni Kiliseleri de oldukça yakın aralıklarla görebiliyorsunuz. Gerçekten çok kadim topraklarda, medeniyetlerin beşiğindeyiz…
Mardin’in otantik sokakları ve taş basamaklarında yürürken yine bir kilisenin önünde buluyoruz kendimizi: Mor Behnam ve Kız Kardeşi Saro Kilisesi & Kırklar Kilisesi.

6.Yüzyıl’a ait bu kilisenin muhteşem taş işçiliğine ve mimarisine hayran kalıyoruz. Kırklar Kilisesi isminin bu kilisenin daha önce gördüğümüz Şehidiye Camisi’ne çevrilmesiyle buraya sonradan eklendiğini öğreniyoruz.

Caddenin yukarı tarafında görülmeye değer birçok yapı daha var. Mardin Müzesi, Mardin Süryani Katolik Eski Patrikhanesi, Marufiye Medresesi, Mor Yusuf Kilisesi, Surp Hovsep Ermeni Kilisesi bunlardan birkaçı. Zamanımız dar olduğu için biz buralara vakit ayıramadık, vakit durumuna göre buralar da gezip görülebilir.
Caddenin aşağısına geçince önce Şeyh Çabuk Camii‘ni görüyoruz. Bu küçük ve şirin caminin bahçesinde soluklanıp aşağı Mardin’i ve güzelim ovayı seyretmek keyifle dinlendiriyor bizi.
Soluklandıktan sonra caddenin aşağı kısmından devam ediyoruz. Sıradaki durağımız Latifiye (Abdüllatif) Camii. 14.Yüzyıl’da Artuklular tarafından yaptırılan Latifiye Camii, Anadolu’daki güzel Selçuklu eserlerinden biri. Kapısının, mihrabı ve minberinin taş işçiliği, minaresi, avlusu ve çeşmesi görülecekler arasında.


Camiyi doya doya gezip gördükten sonra sıra, Mardin’e gelirken göreceğimiz tarihi dokusu kadar bizi heyecanlandıran mutfak kültürünü tatmaya geliyor 🙂 Cadde üzerindeki Kebapçı Rido‘yu bulup bu küçük ve şirin lokantada enfes kebaplar yiyoruz. Üzerine de Sadık Künefe‘ye geçip bu güzel yemeği taçlandırıyoruz. İki mekanı da fazlasıyla öneriyorum…
Yemek sonrası gezmeye devam. Yine caddenin aşağısına iniyor, Mardin’in bütün özgünlüğünü sergileyen, bir daralıp bir genişleyen ve şirin bir labirentin içinde hissettiren sokaklarını arşınlıyoruz. Kah çıkmaz bir sokağa mı girdik diye düşünürken apayrı bir sokak başlıyor, kah küçük bir tünelin basamaklarında buluyoruz kendimizi. Zamanı unutup bu sokaklarda hedefsizce yürüyüp kaybolmak Mardin’de yapılması gereken en özel şeylerden biri…


Mardin’in büyülü sokaklarında yaptığımız yürüyüşün sonunda adımlarımız bizi Ulu Cami‘ye getiriyor. Yine bir Artuklu dönemi eseri olan Ulu Cami, 1176 yılında tamamlanmış ve Mardin’deki en eski cami. Kentin en önemli simgelerinden olan caminin kubbesi dıştan yivleme tekniği uygulanarak yapılmış. Caminin yapıldığı dönem 2 minaresi bulunuyormuş ama günümüzde tek minareye sahip. Ve mimarisine de bakmaya doyum olmuyor…

Caminin avlusunda tarihi havayı yeterince içimize çektikten sonra sokakları arşınlamaya devam ediyoruz. Günümüzde otel olarak işletilen Gazi Konağı, Selçuklu Konağı gibi birçok tarihi binayı görüyoruz. (PTT’ye ait tarihi bina da etkileyici yapılardan biri, cadde üzerinde olduğu için görmemeniz imkansız.)

Sokaklarda yürürken hava kararmaya başlıyor, şehri bir de akşam seyretmek için cadde üzerinde bir çay bahçesi bulup oturuyoruz. Çayımızı yudumlarken aşağımızda Ulu Camii, yukarımızda Mardin Kalesi başta olmak üzere Mardin’in tüm güzelliklerini izliyoruz, günün tüm yorgunluğu üzerimizden uçup gidiyor… Ama ertesi gün yine dolu dolu uzun bir gün olacak, Mardin’in akşam halini biraz daha gezip gördükten sonra otele geçiyoruz.
Sabah otelde Mardin Ovası’na karşı yaptığımız güzel kahvaltı sonrası geziye başlamaya hazırız. Önceki günün aksine uzak yerlere gideceğimiz için arabayla gezeceğiz. Önce Kasımiye Medresesi‘ne doğru yola koyuluyoruz.
Artuklular döneminde başlanan bu yapı 16.yüzyılın hemen başında Akkoyunlular tarafından tamamlanmış. Günümüze kadar oldukça iyi korunmuş durumda olan medresenin içinde büyükçe bir havuz bulunan avlusunu, kesme taş tekniği ile yapılan kubbesini, cami ve türbesini görüyor ve geziyoruz.


Medreseden ayrıldıktan sonra rotamızı Deyrulzafaran Manastırı‘na çeviriyoruz. Şehir merkezinden 3km uzaklıkta, Eskikale yolu üzerinde olan manastıra yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuk sonrası ulaşıyoruz.
Süryani Kilisesi’nin önemli dini merkezlerinden biri olan ve 5.Yüzyıl’da kurulan manastırda Mor Honanyo Kilisesi, Meryem Ana Kilisesi, Azizler Evi gibi yapılar bulunuyor. Manastır ismini ise çevresinde yetişen safran bitkisinden almış. Manastırın bir diğer önemli özelliği de, bölgeye ilk matbayı getirmiş olması. 1876 yılında dönemin manastır patriği 4.Petrus tarafından kurdurulan matbaa birçok kitabın basımını yapmış. Manastırın yakınlarında Deyrulzafaran Kaya Kiliseleri de bulunuyor, ziyaret etmek ilginç bir deneyim olabilir.

Midyat
Manastırdan çıkınca Midyat’a doğru yola çıkıyoruz ve yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk sonrası Midyat’a yeni yerleşimlerin olduğu taraftan giriş yapıyoruz. Tarihi kent merkezine ulaşınca ilk olarak Cevatpaşa Camisi‘ni ziyaret ediyoruz. 1925 yılında yaptırılan bu cami görece yeni bir cami, güzel bir avluya ve bölgenin tarihiyle uyumlu bir mimariye sahip.

Camiyi gezdikten sonra yemek yeme vaktinin geldiğine karar veriyor ve Midyat’a gelirken ününü duyduğumuz Cihan Lokantası‘na geçiyoruz. Kaburga dolması başta olmak üzere birçok yöresel lezzet tadıyor, bölgenin mutfak kültürüne tekrar hayran kalıyoruz.

Yemek sonrası lokantanın bulunduğu caddenin karşı tarafına geçip tarihi Midyat sokakları ve evleri arasında otantik bir yürüyüşe başlıyoruz. Mardin merkezine benzer bir dokuya sahip bu bölge etkileyici bir sakinliğe sahip…
Midyat, bölgede belki Mardin merkezden bile daha fazla sayıda Süryani cemaatine ait kiliselerin görülebileceği bir ilçe. Mor Barsavmo, Mort Şmuni, Mor Aksanoya, Mor Sarbel gibi kiliseler Midyat tarihi evlerinin olduğu bölgede. Biz bunlardan zamanımız ölçüsünde Mor Barsavmo Kilisesi‘ni ziyaret edip ayrıldık, ama zamanımız olsa asıl görmek isteyeceğimiz şehir merkezinin dışında kalan Mor Gabriel Manastırı olurdu.

Hasankeyf
Kiliseden çıkıp tarihi sokaklarda bir süre daha geziyor ve sonra görmeyi çok istediğimiz Hasankeyf’e doğru yola koyuluyoruz. Yaklaşık 45 dakikalık bir sürede Hasankeyf’e ulaşıyoruz.
Hasankeyf’e varınca önce eski Hasankeyf’in karşı tarafında kalan otoparka park edip bu eşsiz ve kadim yerleşimi, Dicle’yi, Hasankeyf Kalesi’ni tarihi kalıntıları doyasıya seyrediyoruz. Gerçi Ilısu Barajı nedeniyle 12 bin yıllık bu tarihe ait resmin bazı çok önemli parçaları (Er-Rızık Camii, Artuklu Hamamı vb.) eksik maalesef. Böyle bir kültür mirasının kaybolma, sular altında kalma tehdidinde kalması gerçekten çok üzücü. Böyle güzellikler sonsuza kadar yaşamalı, yaşatılmalı…

Uzaktan seyrettiğimiz bu güzellikleri daha yakından görmek için köprüye doğru yürüyoruz. Köprünün üzerinde geçirdiğimiz dakikaların tadı halen damağımda. Her şeye rağmen tarihi köprüyü, Dicle’nin kıyısındaki binlerce yıllık mağaraları ve Dicle’nin kendisini yakından seyretmek büyüleyici bir deneyim…


Hasankeyf’in şirin çarşısını dolaşarak devam ediyor, daha sonra tarihi köprünün ayaklarının dibindeki Konak Cafe’ye oturup kahvelerimizi yudumluyoruz. Kale ve çevresinde binlerce yıllık mağaraları yakından görüyor, sonra geri dönüyoruz.

Sular altında kalmaması (!) için taşınan yapılar yeni – yapay Hasankeyf’te. Bunlardan Anadolu’daki tek Akkoyunlu Devleti eseri olan Zeynel Bey türbesini ziyaret ediyoruz. Türbe güzel ama yeni yerindeki tüm bu yapaylık nedeniyle içimiz burkuluyor.

Hasankeyf’ten Mardin’e geri dönüyoruz. Mardin’in akşamını tekrar keyifle yaşıyoruz. Eski Mardin evlerinden birindeki Chef’in Çorbası‘ında leziz çorbalar içiyor, sonrasında çay bahçesinde şehrin tarihi atmosferini soluyor günün tüm yorgunluğunu unutuyoruz.
Ertesi gün Mardin’den, bu kadim topraklardan ayrılma vakti. İnsanlığın binlerce yıllık geçmişiyle bağ kurduğumuzu hissettiren sayısız anın bize kattıklarıyla…
Gezi Tarihi: Mayıs 2019






















































































Son yorumlar