Mısır’da Piramitler ve Kahire
Öyle bir ülke ki binlerce yıllık tarihi katman katman… Nil Nehri’nin beslediği bu kadim topraklar, tanrılar ve firavun sülaleleri ile başlayan, binbir türlü hikaye ve gizemle dolu bitmek bilmeyen bir dönemi yaşıyor önce. Sonra Roma İmparatorluğu egemenliğini görüyor, akabinde Hristiyanlık’la tanışıyor. Son olarak İslamiyet’in gelişi, farklı Türk devletlerinin Mısır’a hükmedişi ve nihayet Osmanlı egemenliği derken Mısır’ın zaten zengin olan kültürel yapısı daha da farklı bir boyut kazanıyor. Sonuç olarak modern Mısır bütün bu geniş yelpazeden unsurları barındıran rengarenk ve çok özgün bir ülke. Öyle ki, bu topraklarda dünyanın en görkemli mezarları olan piramitlerden, en eski ve özel yazılarıdan biri olan hiyerogliflere, Kahire’ye bin minareli şehir ünvanının verilmesini sağlayan sayısız İslami mabetten ,dünya üzerindeki en eski ve özgün bazı kiliselere kadar insanı hayran bırakan bir çeşitlilik söz konusu…
Her şeyden önce batı dünyası Mısır’a “Egypt” derken biz niye Mısır diyoruz bunun hikayesiyle başlayalım. Şöyle ki; Mısırlılar ülkelerine “Misr” derler ki Arapça’da bu “ülke” manasına geliyor. Ülkenin resmi ismi de Cumhuriyyetü Mısr el-Arabiyye diye geçiyor zaten. Dolayısıyla biz Mısırlıların ülkelerine hitap ettiği şekilde Mısır’a Mısır diyoruz 🙂 Peki özellikle batı dünyası neden “Egypt” diyor dersek; bunun sebebi de Mısır’ın İslamiyet öncesinde Yunan şehir devletleri tarafından “aigyptos” olarak anılması ve bu ismin günümüze “Egypt” şeklinde ulaşmasından kaynaklanıyor.
Mısır bitkisinin isminin “mısır” olmasının ise ülke olan Mısır’la çok alakası var 🙂 Bunun hikayesi de şöyle: Amerika kıtasının keşfi sonrası mısır bitkisi İstanbul’a Mısır’dan kara veya deniz yoluyla ulaşıyor. Mısır buğdayı veya darısı olarak anılan bitkinin ismi zamanla kısalarak “mısır”a dönüşüyor. Bu hikayenin çok benzeri hindi ile ülkemiz için de geçerli. Nasıl derseniz; Amerika’nın simge hayvanlarından biri olan ve eski kıtalarda hiç bilinmeyen “hindi”nin Avrupa şehirlerine Osmanlı limanları ve kentlerinden temin ediliyor. Bu nedenle hindiye İngiltere başta olmak üzere bazı ülkelerde “turkey” adı veriliyor. Dolayısıyla “turkey” yani hindi de bizdeki “mısır” bitkisinin hikayesiyle benzer kaderi paylaşıyor…
Mısır’la ilgili genel bilgilerle devam edelim. Gezmeyi planlayanlara da mümkün mertebe bir kılavuz olsun.
Vize: Öncelikle 2023 yılından itibaren yapılan anlaşma ile Mısır’ın tamamına vizesiz gidilebiliyor, tek yapmanız gereken kapıda kişi başı 25 dolar ödeyip vizenizi satın almak (önceden sadece Kızıl Deniz kıyısındaki Sharm El-Sheikh ve Hurghada bu kapsamdaydı).
Hava Durumu: Mısır’ı ve Kahire’yi ziyaret etmek için en güzel zamanlar Aralık-Şubat arasındaki zaman dilimi, yani kış. Bu aylarda bile Kahire’de ortalama sıcaklıklar 20 derece civarında seyrediyor, yazınsa sıcaklıklar dayanılmaz bir boyut alıyor. Piramitler başta olmak üzere gezilerinizde bunalmamak için kış aylarını tercih etmenizde fayda var. Bunun dışında Kahire çölle çevrelendiğinden şehrin genel olarak tozlu bir havası var. Bizim bulunduğumuz dönemde hiç rahatsız edici bir durum olmadı fakat bu toz, şehrin genel atmosferine, sokaklarına, binalarına kalıcı bir biçimde nüfuz etmiş. Özellikle piramitlerde rüzgarlı bir havaya denk gelme ihtimaline karşın gözlük ve şapka takmanız, yanınızda ağız ve burunu kapatacak atkı, fular benzeri aksesurlar taşımanız faydalı olabilir.
Para Birimi & Fiyatlar: Mısır maalesef ekonomik olarak güçlü bir ülke değil, dolayısıyla para birimi olan Mısır Pound’u da çok değerli değil. (Bizim bulunduğumuz dönemde 1 TL, 1 Mısır Pound’undan biraz daha değerliydi). Dolayısıyla Mısır’a yapılacak bir gezi özellikle Avrupa ülkelerine kıyasla çok daha uygun. Ancak Mısır’ın ekonomisinde turizm çok önemli bir yer tuttuğundan Mısır hükümeti turistlerden maksimum fayda elde etmenin yolunu bulmuş. Gize Piramitleri, Saqqara Nekropolü ve önemli müzelerde turistlere, kendi vatandaşlarına (ve Arap ülkeleri vatandaşları) uyguladıkları tarifenin çok üzerinde bir fiyat uygulamaları var. Örnek vermek gerekirse piramitlere giriş için kişi başı 1200 TL gibi bir bedeli gözden çıkarmak gerek. Aslına bakarsanız her ne kadar kendi vatandaşları için uyguladıkları tarifeyle uçurum olsa da, bu fiyatı Avrupa ülkerindeki müzelerin fiyatlarıyla kıyaslayınca, bunun makul bir fiyat olduğunu göreceksiniz. Zaten büyük olasılıkla Mısır’ı ziyaret etme nedeniniz bu özel yerleri görmek olacağı için olaya böyle bakıp bu çifte standardı kafada çok büyütmemek en güzeli 🙂 Müzeler dışında restorantlar, ulaşım, alışveriş vb. için fiyatlar gayet makul.
Güvenlik: Mısır için turizmin çok önemli olduğunu belirtmiştim. Siyasi olaraksa ülkenin istikrarlı olduğunu söylemek güç. Farklı oluşumlar sürekli rekabet halinde ve zaman zaman şiddet eylemleri de oluşuyor. Ne yazık ki bu eylemlerde zaman zaman turistik bölgeler ve turistler de hedef alınabiliyor. Yıllar önce büyük çaplı iki saldırı düzenlenmiş. 1990’ların sonunda Karnak’ta ve 2005 yılında Sharm El-Sheikh’te gerçekleştirilen terör saldırılarında maalesef 100’den fazla turist hayatını kaybetmiş. Bunun neticesi olarak turistik alanlara giriş çıkışlarda eşi benzerini başka ülkelerde görmediğimiz ciddi bir güvenlik uygulaması var. X-ray taramaları ve zaman zaman yapılan fiziki aramalarla beraber kapılarda çok sayıda polis sürekli nöbette. Açıkçası önceleri biraz yadırgasak da, biz bu güvenlik uygulamalarıyla kendimizi daha güvende hissettik ve rahat ettik.
Ulaşım: Kahire’de geniş bir metro ağı yok. Toplu taşıma araçlarına binmek cesaret istiyor. Trafikse tam bir keşmekeş. Araba kiralamayı hayal bile etmeyin derim. Can sıkıcı yoğunlukta bir trafiğe maruz kalma ihtimalinden daha kötüsü, Kahire’de araç kullanma biçiminin Allah’a emanet oluşu. Geniş caddelerde şerit fiziken varsa(!) bile şerit uygulaması sürücüler tarafından uygulanmıyor denebilir. Onlar için boşluk varsa yol var demek, geçip gidiyorlar 🙂 Trafikte dikkat etmeniz gereken sadece arabalar da değil. Karşınıza birdenbire motor, tuk tuk gibi araçlar ve yola fırlayan yayalar çıkabilir. Bu kaotik ve alışılmadık ortamda araç kullanırken kaza yapmanız an meselesi. İşin ilginci seyrederken yüreğimiz ağzımıza gelse de, bir tane bile kazaya şahit olmadık. Bunda en büyük payı, durmaksızın kornaya basarak çevrelerindekileri sürekli uyarmalarına vermek lazım sanırım. Eşi benzeri olmayan bu durumun sonucu da muazzam bir korna kirliliği. Ne diyelim bu Mısırlıların yaşam biçimi olmuş…
Bütün bu olumsuzluklara Kahire’de ulaşım açısından en rahat gezilerinizden birini yapmanız mümkün. Bu nasıl olacak derseniz, cevap basit: Über’le. Über Kahire’de gerçekten hayat kurtarıyor. Her şeyden önce kapıdan kapıya bir hizmet söz konusu, mevcut konumunuzdan gideceğiniz noktaya direk ulaştırılıyorsunuz. İkincisi fiyat olarak pahalıya gelmiyor, Türkiye’ye kıyasla ulaşım çok daha uygun. Çok uzak mesafeleri gayet uygun ücretlere gidebiliyorsunuz. Üçüncüsü, Über’in kendi sisteminin sağladığı güvenceyle puanı yüksek sürücüleri seçebileceğiniz gibi sürücü ile herhangi bir ücret pazarlığına girmeden, hatta kredi kartıyla gerçekleşen otomatik ödeme sayesinde para alışverişi dahi yapmadan ulaşımınızı tamamlıyorsunuz (Ki bu çok önemli bir güvence, aşağıda daha detaylı değineceğim.).
Über’e ek olarak metroyu kullanabileceğiniz bazı seçenekler oluşacak (örnek olarak Eski Kahire’ye ulaşım) ve kıyasladığınızda toplu taşımanın fiyatının çok daha uygun olduğunu göreceksiniz. Ama maalesef ziyaret etmek isteyeceğiniz çoğu yere metroyla ulaşmak ya mümkün değil ya da çok zahmetli. Metrolarda da güvenlik uygulamalarının olduğunu ve genel olarak hiç kötü bir deneyim olmadığını söyleyebilirim. Her trenin belirli vagonlarının kadınlara ayrıldığını da ayrıca belirteyim.
Esnaf ve İnsanlar: Mısır’a gidenlerin ortak deneyimlerinden biri de esnafının ve insanlarının turistlere sürekli bir şey satmak, onlardan para koparmak için sergilediği ısrarcı ve rahatsız edici tutum oluyor. Ki buna biz de fazlasıyla maruz kaldık. Açıkçası bu ısrarları tereddütsüz bir şekilde reddetmezseniz, ısrarların arkası kesilmiyor. Elinizi verirseniz kolunuzu kaptırmanız gayet mümkün. Bunu biraz açmak gerekirse; “Bir şey satmayacağım merak etmeyin” gibilerinden yaklaşıp “sadece” en güzel fotoğrafı çekmek “niyetiyle”, size “iyilik yapmak” isteyenlerle karşılaşabilirsiniz. Ama bu küçük iyiliğin sonu yine para istemeyle neticelenecektir. Hiç bulaşmamakta fayda var. Bahşiş isteme yöntemlerinde oldukça ustalaşmışlar: Lavabolarda elinizi yıkadıktan sonra peçeteyi sizden önce uzanıp elinize uzatma, turistik yerlerde yol-yön gösterme, kısa bilgiler verme, rehberlik yapma gibi yöntemleri sık sık gözlemyeceksiniz. Tüm bunlar sinir bozucu olsa da, bir yandan Mısır halkının çok fakir olduğunu unutmamak gerek. Can havliyle turistlerden medet umuyorlar. Bir nevi “yapışkanlık” olarak tanımlanacak bu yaklaşımlar oldukça rahatsız edici ama ilginç bir şekilde insanda bir güvenlik huzursuzluğu yaratmıyor. Farklı ülkelerde insanın canından bile endişe edebildiği ortamları hatırlayınca buradaki duruma bir bakıma razı olmak lazım.
Bunun dışında Mısır insanı genel olarak gayet yardımsever. Türkleri de genel olarak oldukça seviyorlar. Sorup Türkiye’den geldiğinizi öğrendiklerinde yüzlerinde her zaman bir tebessüm oluştuğunu gördüm. Sonrasında hemen hemen hepsi “oo yavaş yavaş” diye lafa girdi, bir kısmı “Hasan Şaş” diye devamını da getirdi 🙂 Ne anlama geldiğini eminim onlar da bilmiyor, bense bu durumu ancak Galatasaray’ın altın çağından veya 2002 Dünya Kupası üçüncüsü milli takım kadromuzun eseri olan bir durum olarak açıklayabiliyorum 🙂
Kirlilik: Mısır’la ilgili araştırma yaptığınızda en çok şikayet edilen konulardan birinin de “kirlilik” ve toplanmayan “çöpler” olduğunu göreceksiniz. Bunda ciddi bir gerçeklik payı var, çok medeni bir ülkede olmayacağınızı söyleyebilirim. Yine de bizim gittiğimiz dönemde bu konuda biraz iyileşme var gibiydi. Bu durum belki son dönemde artan şikayetlere karşın alınan önlemlerin sonucu, belki de bizim kendimizi daha kötüye hazırlayıp duruma bir nevi bağışıklık geliştirmemizin etkisidir, bilemiyorum 🙂 Genel olarak kirliliğin biraz da yaşanılan coğrafyanın etkisiyle oluştuğunu da düşünmeden edemedim. Çölden gelen toz kente sirayet ettiği için genel kirlilik hali önlenemez bir durum gibi görülmeye, sonrasında da bir kültüre dönüşmüş olabilir. Yani belki de “Kırık cam teorisi” etkisiyle yayılan bir ilgisizlik ve düzensizlik söz konusu. Tabii bu hafifletici bir unsur olsa bile, bu olumsuz durumu aklamaya yetmez, orası ayrı.
Bu uzunca girişten sonra artık Mısır’ı, piramitleri ve kadim şehir Kahire’yi anlatmanın vakti. Efsaneleri ve hikayeleriyle birlikte…
Gize Piramitleri
Yüz bin kişi durmak bilmeksizin çalışıyor. Tam tamına yüz bin kişi. Ülkenin nüfusu belki de hepi topu o kadar zaten. Yani neredeyse tüm nüfus odaklanmış ve tek bir şey için çalışıyor. Ve böyle gece gündüz insan üstü gayret sarf etmekten o kadar mutsuzlar ki, bu durum vezirleri tarafından firavuna bildiriliyor. Halkın “o kadar çok çalışıyor ve yoruluyoruz ki tanrılarımıza ibadet edecek vakit ve takat bulamıyoruz ve bundan dolayı çok mutsuzuz” diye yakındığı firavuna bildiriliyor. Firavun da onlara diyor ki: “Demek halkım bundan şikayet ediyor, öyleyse tüm ibadethaneleri kapatın!!!”…
Zalimliği ve narsistliği tavan yapan, kendi kızını bile piramidin geliri için bir fahişe gibi çalıştırdığı rivayet edilen, halkı tarafından hiç sevilmeyen firavun Khufu, daha bilinen adıyla Keops, büyük piramidi işte böyle inşa ettiriyor. Ve belki de düşündüğüden çok farklı şekilde ölümsüzlüğe ulaşıyor: Cesedini çevreleyen ve ölümden sonraki hayata ulaşan mumyasıyla değil de efsanevi mezarıyla, eski dünyanın 7 harikasından günümüzde halen ayakta olanı Keops Piramidi‘nin anlatılmaz ve yıkılmaz güzelliğiyle…

MÖ 2570 yılı civarında yani günümüzden yaklaşık 4500 yıl önce tamamlanmış bu görkemli yapı, 3800 yıl boyunca dünya üzerindeki en yüksek yapı olma özelliğine sahip olmuş. (Ünvanı devralan yapı, 1311 yılında İngiltere’de inşa edilen 160 metre yüksekliğindeki Lincoln Katedrali olmuş). Orjinal yüksekliği 146 metre olan piramidin boyu, yıllarca uğradığı erezyon ve yıpranma nedeniyle günümüzde 137 metre olarak ölçülüyor. Yaklaşık 2.3 milyon kireçtaşı bloğundan oluşan Keops Piramidi’nin kütlesi 6 milyon ton olarak hesaplanmış ki bu da yaklaşık 1 milyon tane Afrika filinin ağırlığına eşit…

Keops Piramidi’nin içine girilebiliyor ve firavun Khufu’nun mezarının bulunduğu kısıma kadar çıkılabiliyor. İçerisi bir hamam gibi nemli, Büyük Galeri’de yukarıya doğru ilerledikçe sıcaklık daha da artıyor. Gerek çıkılan basamaklar için harcanan efor, gerek eğilerek yürümenin getirdiği zorluklar, içerinin sıcak ve rutubetli havasıyla birleşince piramidin içindeki bu yolculuk insana fazlasıyla ter attırıyor. Duruma hazırlıklı olmakta fayda var 🙂

Firavun mezarının olduğu Kral Odası, piramidin büyüklüğünü düşününce oldukça küçük. İlk bakışta burada görecek çok fazla bir şey yok diye düşünüyor insan. Kalabalık ve havasızlığın etkisiyle içeride çok fazla da kalınamıyor zaten. Ancak bu kısa zamanda, tamamı granitten oyulan odanın duvarlarında kesilen taşların muntazamlığına mutlaka göz atın. Özetle piramitleri görmeye gelmişken kapalı ve dar alanlara yönelik bir fobiniz yoksa, piramidin içine girme deneyimini yaşamadan gitmeyin…

Keops Piramidi’nin hemen doğusunda, üç tane de “Kraliçe Piramidi” bulunuyor. Bu üç piramidin firavun Khufu’nun annesi, karısı Hetepheres ve kızına ait mezarlar olduğu düşünülüyor. Her iki tarafında koruyucu heykellerin bulunduğu sütünlu bir girişi olan bu mezar alanının içi, küçük bir labirent gibi. İçeride küçük bir boşluktan eğilerek mezarın bulunduğu alana da inilebiliyor. Piramidin güney kısmında ise “mastaba” denilen yapılardan kalanlar bulunuyor. Mastaba, toprağa gömülenlerin anısına mezarın üst kısmına inşa edilen tepesi düz odacığa deniyor. Yani Gize Piramitleri’nin bulunduğu alanda sadece firavunların değil, yakınlarının, devlet adamlarının ve önemli ailelere mensup kişilerin mezarları da bulunuyor.

Keops Piramidi’nin yanında Gize’nin ikinci büyük piramidi Kefren Piramidi bulunuyor. Kefren, firavun Khufu’nun oğlu ve ondan hemen sonra tahta geçen kardeşinden sonra Mısır hükümdarı olmuş. Bazı kaynaklarda babasının aksine halkına çok iyi davrandığı ve güzel huylu bir hükümdar olduğu belirtilse de çoğunlukla onun da babası gibi halkına karşı zalimce davrandığına inanılıyor. Babası gibi ibadethaneleri kapatıp insanların çok büyük bölümünü piramidin yapımında çalıştırmış. Ancak piramidini tamamlamak ona değil oğlu Mikerinos’a kısmet olmuş…

Kefren Piramidi Keops’a göre daha yüksek bir konuma inşa edildiğinden, piramitler ilk keşfedildiğinde bu piramit “Büyük Piramit” olarak anılmış. Bunda Keops’un zirvesindeki 9 metrelik kaybın da etkisi olmuş. Gerçi Kefren de erezyon sonucu 7 metre kısalmış. Günümüzdeki uzunluğu 136 metre olan Kefren Piramidi’nin alamet-i farikası ise tepe kısmındaki koruyucu yapının günümüze kadar ulaşmış olması. Bu yönüyle diğer iki piramitten ayrılıyor ve piramitlerin yapıldığı dönemde, bundan binlerce yıl önce nasıl göründüğüne dair iyi bir fikir oluşturuyor.

Kefren Piramidi’ni diğerlerinden ayıran bir diğer özelliği de içine girilemiyor oluşu. Keops ve Mikerinos’un içi ziyaret edilebilirken Kefren’e giriş yok. Bu yasak sanırım piramidin tepesindeki koruyucu orjinal yapıya zarar verilmesini engellemek için uygulanıyor. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var; piramitler 19.yüzyılın ortalarında Avrupalılar tarafından tekrar keşfedilip popüler olduğunda, ziyaretçiler piramitlere dışından tırmanırlarmış. O zamanlar insanlar en çok bunu yapmak için piramitleri ziyaret ederlermiş. Zamanla, ve tabii mantıklı olarak, bu hem tehlikeli hem de tarihi eserlere zarar veren davranış yasaklanmış. Şu an sadece Keops’un içine girilen kısma kadar tırmanılıyor, ki bu da gerçekten heyecan verici bir deneyim 🙂

Kefren’in batı kısmında çalışan inşaat işçilerine ait olduğunu düşünülen bir köy kalıntısı bulunmuş. Başlarda piramidin yapımında yüz bin insanın çalıştığı düşünülürken, Gize kompleksinde bulunan kalıntılar ve mezarlardan sonra uzmanlar artık bu sayının iki yüz bini bulduğuna inanıyorlar. Bu kadar insanı çalıştırıp böyle muhteşem, mimari olarak da neredeyse kusursuz yapılar inşa edilmesini algılamak gerçekten çok zor. Piramitlerin ölçülerindeki oranların “pi sayısı” oranı olan 22/7’ye tekabül etmesi, piramitlerin dizilişinin muntazamlığı ve şeklinin Orion takım yıldızlarının izdüşümü olması, eski Mısır uygarlığının çağının çok ötesinde matematik, fizik ve astronomi bilgisine sahip olduğunun birer kanıtı. Bu kadim uygarlığa saygı duymaktan başka ne yapılabilir ki…

Peki piramitler nasıl yapıldı? Herhalde piramitlerle ilgili en çok merak edilen soru bu. Bununla ilgili çok rivayet, açıklama ve uzaylılara kadar giden birçok komple teorisi üretildi, üretilmeye de devam ediyor. Uzmanların şu ana kadar bulduğu en olası ve mantıklı açıklama ise; kireçtaşlarının Nil Nehri’nden antik kanallarla nakliye gemileri vasıtasıyla getirildiği, taş ocağından çıkartılan blokların da ahşap kızaklarla taşındığı, kızakların üzerindeki kumların nehir suyuyla ıslatılmasının sürtünmeyi azaltarak hem taşınmayı kolaylaştırdığı hem de taşların birbirine yapışmalarına yardımcı olduğu yönünde. Her biri ayrı mühendislik dehası gerektiren bu buluş ve uygulamalar için Mısır uygarlığı önünde yine saygıyla eğiliyoruz…

Kefren Piramidi’nin biraz aşağısında belki de piramitler kadar ünlü bir başka efsanevi yapı bulunuyor. Uzunca bir yoldan inilerek ulaşılan Büyük Gize Sfenksi, dünyanın en büyük tek taş heykeli ve gerçekten çok etkileyici. Yüzü firavun Kefren’e ait olduğu düşünülen heykelin alt kısmı ise Mısır’da kutsal bir hayvan olduğuna inanılan aslanı simgeliyor. Sfenksin ayaklarının arasından bu büyük heykelin içindeki tapınağa ulaşılıyor. Bu görkemli heykelin yüzü maalesef tahrip olmuş. Tahribatın, inanışları gereği (veya yüzü beğenmedikleri için) Memlüklüler döneminde açılan top ateşiyle oluştuğu düşünülüyor.

Mısır mitolojisinde batan güneş ölümü simgeliyor. Bu nedenle bütün piramitler ölüler krallığının simgesi olan Nil Nehri’nin batı kıyısına inşa edilmiş. Bu inanca paralel olarak, Sfenks de Gize Piramitleri’nin ve firavun mezarlarını koruyucusu olarak, yüzü doğan güneşi karşılaması amacıyla doğuya bakacak şekilde konumlandırılmış. Bu eşsiz yapıyı tıpkı piramitler gibi her yönden izlemek istiyor insan, hiç kuşkusuz en güzel görüntüler de güneşin doğduğu yönden piramitlere ve sfenkse bakarken oluşuyor.

Piramitlerin olduğu alan, biraz meşakatli olsa da, yürüyerek dolaşılabiliyor. Yürüyecek durumunuz yoksa da dert etmeyin, at arabaları, faytonlar ve develer her yerde. Sizi yürürken gören Mısır esnafı, bıkmak bilmeden size bunlara binmeyi önerecek. Siz de bıkmak bilmeden reddedebilir veya sabrınız tükenirse yelkenleri suya indirip bu hayvanların üzerinde gezinize devam edebilirsiniz. Bu arada piramitlerin hemen arka tarafı çöl, birçok turist çölde deveye binerken piramitlere doğru fotoğraf çektirmekten ve otantizmin tadını çıkarmaktan geri kalmıyor 🙂

Sırada piramitlerin sonuncusu ve en küçüğü Mikerinos Piramidi var. Kefren’in oğlu Mikerinos için yaptırılan bu piramit diğerlerinin yarısından daha küçük. Yapıldığında boyu 65.5 metre uzunluğunda olan Mikerinos da erezyondan nasibini almış, günümüzdeki boyu 61 metre civarında. Mikerinos Piramidi’nin diğer iki piramitten bir diğer farkı da krala ait defin odasının yukarıda değil aşağıda olması.

Mikerinos Piramidi belki diğerlerinden küçük ama başlı başına o da bir şaheser. Hemen güneyine inşa edilmiş üç kraliçe piramidi ise, Keops’un kraliçe mezarlarına benzer şekilde, çok iyi durumda değil maalesef. Bunu nasıl yorumlamak lazım bilemiyorum; firavunlara yapılan devasa mezarlara gösterilen özen kraliçe mezarlarına gösterilmediği için mi yıkılmış, yoksa bu küçük piramitlerin yağmalanması daha kolay olduğu için yağmacıların hedefi mi olmuş kestirmek zor. Yine de bu üç piramidin yıkıntıları arasında dolaşırken ülkemizdeki antik kentlerin birçoğundan çok daha “ayakta” olan yapılar göreceksiniz, bundan kuşkunuz olmasın.

Bir yanı çöl diğer yanı genişleye genişleye Gize’yi de içine alan Kahire ile çevrelenen Gize Nekropolü’nde saatlerce gezse, piramitleri dura dura dakikalarca seyretse yine doyamaz insan. Antik çağların günümüzde ayakta kalan tek harikasını görebilmiş olabilmenin mutluluğu, Gize’den ayrılıyor olmanın burukluğunu bir nebze olsa da hafifletiyor. Zaman ne gösterir bilinmez, belki tekrar buluşuruz günün birinde…

Grand Egyptian Museum (GEM)
Gize’den ayrılınca rotamızda yeni yapılan Kahire ve Mısır’ın simge müzelerinden biri olması hedeflenen Grand Egyptian Museum, kısaca GEM var. Bu müze piramitlere oldukça yakın şehir merkezine de oldukça uzak bir konumda. Eğer bu müzeye gitmeyi düşünüyorsanız, bunu piramitlere yakın konumdayken yapmakta fayda var.

Yaklaşık 15 dakika süren Über yolculuğuyla piramitlerden GEM’e ulaşıyoruz. Diğer tüm müzelerde olduğu gibi bu müzede de Arap olmayan turistler için giriş fiyatı oldukça yüksek. GEM diğer müzelerden farklı olarak yüksek fiyatına rağmen içinde görülecek çok fazla eser olmaması nedeniyle eleştriliyor. Açıkçası biz bu kadar yakına gelmişken bu müzeyi görmeden gitmek istemedik. Eleştrilere hak vermekle beraber GEM’i gezip gördüğüme de pişman olduğumu söyleyemem. Müzenin eleştirilecek yönü şu; büyük bir şaşaa ile reklamı yapılan müze henüz tam olarak bitirilmeden açılmış. İçeride gerçekten görülmeye değer birçok eser var, ama üst katlardaki sergiler ve dış alan faal değil. Biz gezerken dış alanda ve yukarıda çalışmalar devam ediyordu, yani az da olsa bir şantiye havası var müzede. Bu durum da profesyonellikten uzak bir durum teşkil ediyor. Hal böyleyken fiyatları yüksek tutmalarını fırsatçılık olarak tanımlamak çok da yanlış olmaz. Gerçi ülkenin ekonomisi diplerde olduğu ve turizme çok fazla bel bağladıkları için “fırsatçılık” diye tanımladığımız bu durumu aslında ülkenin turizm politakası olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu kadar iç döküş yeter diyip artık müzeyi anlatmaya başlayalım 🙂

GEM’in girişinde büyük bir dış avlu var. Avlunun hemen ortasında da etkileyici bir dikilitaş (obelisk) karşılıyor ziyaretçileri. Aslında bu iyi başlangıç, müzenin içindekilere dair merak uyandırırken beklentiyi de iyice yükseltiyor. İçeri girer girmez yükselen beklentimizin karşılığını alıyoruz, karşımızda devasa “II.Ramses Heykeli” duruyor. Yaklaşık 3200 yıllık bu dev heykel, yine kireçtaşından yapılmış ve tam tamına 83 ton ağırlığında. Heykel, Hititliler’e karşı yapılan Kadeş Savaşı’ında elde edilen zafer sonrası yaptırılmış. Esasen bu savaşın Mısırlılar’ın kazandığı çok tartışmalı. II.Ramses iç politika halka karşı farklı bir mesaj vermek istemiş diyebiliriz herhalde, günümüz politikacılarının da yaptığı gibi…

Mısır’da dolayısıyla Kahire’de gördüklerimizin çoğu yapının aksine bu bina son teknoloji ürünü, oldukça modern. Ama içindeki binlerce yıllık eserleri görünce ortaya da bir tezat çıkmıyor değil. Yani teknoloji kullanılırken biraz daha otantik bir yapı olamaz mıydı diye düşünmeden edemedim.
Müzede teknolojiden sanal sunum odaları yaratılarak da faydalanılmış. “Tutankamun’un Hazineleri” adındaki gösteride kullanılan görsellik ve sunum oldukça etkileyici. Özellikle günümüzde bile olağanüstü güzellikte olan piramitler ve Krallar Vadisi’ndeki heykel ile tapınakların yapıldığı dönemdeki olası ihtişamı çok iyi canlandırılmış. Gize Piramitleri’nin (Kraliçe Piramitleri dahil) en tepesinde altın ve gümüş kaplama bulunduğunu gösteren görseller özellikle ilginçti, bu ne kadar gerçeği yansıtıyor o kısmından emin olamasam da…

GEM’in en etkileyici kısmı hiç şüphe yok ki Luksor, Memphis, Feyyum, İskenderiye gibi antik Mısır’ın ikonik şehirlerinden taşınıp getirilen her biri apayrı birer şaheser olan heykel, obelisk, yazıt, lahit gibi eserlerin bulunduğu geniş koridor. Çok büyük boyutlarda eserlerin bulunduğu bu koridor giderek yükselecek şekilde dizayn edilmiş ve bu haliyle oldukça orjinal olduğunu söylemek gerek. Burayı merdivenleri çıkarak sindire sindire gezebileceğiniz gibi, yürüyen merdiven üzerinde ilerleyerek daha hızlı bir tur atarak da ziyaret edebiliyorsunuz. Ama belki de en güzeli yürüyen merdivenle en tepeye çıkıp aşağıya doğru inerken tüm eserleri doyasıya yakından inceleyerek ilerlemek…

En aşağı kısımda ağırlıklı olarak firavun heykellerine yer verilmiş. Yapıldıkları dönem göze alındığında hepsinin birer başyapıt olduğunu düşünmeden edemiyor insan ve bu heykellerden gözünü alamıyor. Antik Mısır tarihi, sülaler dönemi olarak da adlandırılan oldukça karmaşık bir dönem. Bu dönem Eski-Orta ve Yeni Krallık diye üçe ayrılıyor ve iş daha da karmaşıklaşıyor:) Böyle olunca firavunların isimlerini akılda tutmak ve Mısır tarihindeki yerini bilebilmek gerçekten uzmanlık istiyor. Benim aklımda en çok yer edenlerden biri, çok tanrılı bir inanç sistemine sahip antik Mısır’da başa geçtikten sonra tek tanrılı bir inanışı benimseyen ve kendine yeni bir başkent kuran Akhenaton oldu. Aynı zamanda ünlü kraliçe Nefertiti’nin de eşi olan Akhenaton, bu hareketiyle ülkesinde büyük bir kargaşaya ve Mısır’ın güç kaybetmesine sebep olmuş. (Firavunlar çağının, tabiri caizse, anarşist firavunu Akhenaton ve Nefertiti’ye aşağıda da değineceğim üzere Mısır Müzesi’nde de ayrı bir salon ayrılmış.)


Salonun orta bölümünde sfenksler, devasa sütun ve obeliskler, hiyerogliflerle bezenmiş yazıtlar bulunuyor ki tamamı eşsiz eserler. Yukarıya doğru küçük piramitler, lahitler, mumyaların konulduğu mezarlar yer alıyor. Tüm bu eserlerin taş işçiliği ve üzerilerindeki hiyeroglif kabartmalar çok dikkat çekici.


Koridorun en üst kısmına geldiğinizde hoş bir sürprizle karşılacaksınız. Gize kompleksinde üç piramidi aynı karede görebilmek biraz zahmetli, bunun için çöle doğru epey yürümeyi veya deveye binmeyi göze almanız gerekiyor. GEM’de çok daha az bir zahmetle Keops, Kefren ve Mikerinos’u bir bakışta görmek mümkün oluyor. Tabii bu çöldeki görüntüyle kıyaslanmaz ama hiç yoktan da iyidir 🙂

GEM’deki en orjinal eserlerden biri de (aslında “10”u demeliyim…) Kral Senusret I’e ait heykeller. Tamamen ayrı bir yer ayrılan bu firavun heykellerinin neden böyle ayrı sergilendiği ilk bakışta anlaşılmıyor, ben de kendimce “en önemli firavunları böyle sergiliyorlar herhalde” diye yorumlamıştım. Hatta heykellerin yanına gittiğimde de büyük koridordaki eserlerle kıyaslayınca, bu heykelleri onlardan çok daha az etkileyici buldum. Heykellere daha da yaklaştıkça görüp anladım ki bu heykellerin hepsi aynı 🙂 Evet, Kral Senusret I için tam tamına 10 adet heykel yaptırılmış. Bu heykelleri birbirinden ayırmak neredeyse olanaksız. Hal böyle olunca hangi heykelin orjinal olduğu da artık tam olarak bilinemiyor. Neden 10 adet aynı heykelden yapıldığına yönelik bir görüş heykellerin sanatçıları yetiştirmek üzere eğitim amaçlı kullanıldığı yönünde. Belki öyle belki değil, bu da Mısır’da tam olarak çözülemeyen gizemlerden biri olarak kalacak sanırım 🙂

Müzenin en alt basamaklarının olduğu kısımda Nil Nehri ve vadisi üzerini gösteren bir maket haritada, Antik Mısır’ın en ikonik eserlerinin nerede olduğu gösteriliyor. Yine aynı bölümde müze tamamlandığında hangi eserlerin hangi kat ve salonlarda sergileneceği de belirtilmiş. Başta Tutankhamun’un paha biçilemez koleksiyonu olmak üzere, GEM’e taşınması planlanan birçok eser bulunuyor. Aslında Khufu’nun Gemisi, Tutankamon’un altın maskesi gibi birçok eser de hali hazırda müzeye taşınmış, ama bunlar müzede süre gelen çalışmalar sebebiyle her alan ziyarete açık olmayabiliyor. Mevcut hali bile oldukça etkileyici olan bu müze, tamamlandığında dünya üzerindeki en önemli arkeoloji müzesi olacak gibi görünüyor, ki 81000 m2lik alanı ile en büyüğü olacağı kesin…
Saqqara Nekropolü
Kahire’nin 30 km kadar güneyinde yer alan Saqqara Nekropolü, Mısır tarihi açısından Gize’yle kıyaslanacak kadar önemli ve zengin eserler barındırıyor. Antik Mısır’ın en eski başkenti Memphis’in yanı başında kurulan Saqqara, kralların ve ailelerinin defnedildiği bir mezarlık aslında. Saqqara’da yer alan en bilinen anıt Basamaklı Piramit (Djoser Piramiti) belki ama nekropol alanı çok geniş ve burada görülecek gerçekten çok fazla şey var. Girişe ulaştığınızda ilkin çevrenizde birkaç sütün ve yıkık duvarlar dışında bir şey göremeyeceksiniz, şaşırmayın. Asıl nekropol alanı girişten yürüyerek 15 dakikalık uzaklıkta bulunuyor.

Yürürken başta Basamaklı Piramit olmak üzere yakınlarda ve uzaklarda birçok piramit görüş alanına giriyor. Mısır’da piramitler denilince doğal olarak akla ilk olarak Gize’nin ünlü üç piramidi geliyor ama Nil Vadisi’nde bundan çok daha fazlası var. Tabii yine en ihtişamlı ve en iyi korunmuş piramitler Gize’dekiler, yani ünlerinin hakkını sonuna kadar veriyorlar. Nekropol alanına yürürken vadi üzerindeki çalışmalar dikkat çekiyor, bu nekropolde sadece piramit mezarlar değil vadi üzerine yerleştirilmiş birçok mezar bulunuyor.

Saqqara Nekropolü’nün etkileyici bir giriş kapısı var. Kapıdan geçince “Sütunlu Giriş” olarak adlandırılan çok iyi korunmuş durumdaki yapıdan içeri doğru yürüyoruz. 40 tane kolonu geride bırakıp geniş avluya geçince, uzaktan sınırlı olarak gördüğümüz Basamaklı Piramiti tüm ihtişamı ile karşımızda buluyoruz…
Basamaklı Piramit, Eski Krallık firavunlarından Djoser’in piramidi olarak günümüzden tam 4700 yıl önce yapılmış. Gize Piramitleri’nin ilki olan Keops’tan 200 yıl önce inşa edilen bu piramit, aynı zamanda dünya üzerinde inşa edilen ilk piramit, daha da doğrusu taştan yapılma ilk büyük anıt olma özelliğini taşıyor. Söylemeye bile gerek yok belki ama Basamaklı Piramit, Gize Piramitler ve Sfenks Heykeli gibi UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor.

Mimar İmhotep’in eseri olan bu görkemli piramit, mastaba üzerine yerleştirilen 6 kattan oluşuyor ve 62 metre yüksekliğinde. Piramidin içinde yer alan Kral Djoser’in mezarı da ziyaret edilebiliyor. Piramidin hemen kuzey batısında yer alan Userkaf Piramidi’nden geriye pek bir şey kalmamış. Kullanılan malzemeden mi, işçilik kalitesinden mi, yoksa bir şekilde tahrip edildiğinden mi bilinmez, günümüze kadar çok iyi korunarak gelen birçok piramidin aksine bazıları zamana direnememiş…

Basamaklı Piramit’in güneyinde gezilip görülecek daha fazla yapı var. Bunlardan en önemlisi olan Unas Piramidi de şeklinden çok şey kaybetmiş. Biraz ürkütücü ve tehlikeli görünse de piramidin içine girilebiliyor. Saqqara Nekropolü’nde kazı çalışmaları günümüzde de devam ediyor, ve halen yeni heykeller, mumyalar, mezarlar gibi keşiflerde bulunulabiliyor. Yakın dönemde Unas Piramidi’nde yapılan önemli bir keşif de “Persian Shaft” olarak adlandırılan ve mezarları yer altından birbirine bağlayan koridor olmuş.


Unas Piramidi’nin içi küçük ama oldukça ilginç. Önce duvarda rengi solmuş kabartmalar görünüyor, ama asıl ışıklar sönünce duvarlardaki hiyeroglifler tüm güzelliğiyle ortaya çıkıyor…


Unas Piramidi’nden güneye doğru bakınca Dashur’da yer alan birçok piramit görülebiliyor. Bunlardan en dikkat çeken Keops ile Kefren’den sonra Mısır’daki en büyük piramit olan Kızıl Piramit. Peki Mısır’da kaç tane piramit var? Şu ana kadar Antik Mısır uygarlığına ait 118 tane piramit keşfedilmiş. Bunlardan 80 kadarı şu an Sudan toprakları içinde kalmış. En son keşfedilen piramit, 2008’de Saqqara’da bulunmuş. İçimden bir his bu sayı daha da artar diyor 🙂

Basamaklı Piramidi daha yakından görmek için yanına yürüyor, sonra kuzey tarafına geçiyoruz. Piramidin yanında yükselen toprak alana çıkınca Gize Piramitleri’nin görülebildiğini fark ediyoruz. Çok uzaktan da olsa piramitleri tüm güzelliğiyle tekrar görebilmek çok güzel bir his. Öyle bir yerdeyiz ki bir yandan çölün ortasındayız, bir yandan her tarafımız insan elinden çıkmış en güzel yapılardan bazılarıyla dopdolu…

Normalde piramidin içine hem kuzeyden hem güneyden girilebiliyormuş. Günümüzde sadece güney giriş açık, Djoser’in mezarına buradan gidiliyor. Piramidin batısında kısmen ayakta kalmış olsa da güzelliklerinden çok da bir şey kaybetmemiş tapınaklar bulunuyor.

Saqqara Nekropolü’nde gezilecek yerler arasında Basamaklı Piramit’in dahi mimarı İmhotep’a adanmış İmhotep Müzesi de yer alıyor. Müze, nekropolün girişine oldukça yakın bir konumda. Dolayısıyla piramit ve çevresini gezdikten sonra nekropolden çıkmadan hemen önce müzeyi gezmekte fayda var.

Müzeye geniş bir yer ayrılmış ama göründüğü kadar büyük olmadığını söyleyebilirim. Ana holde kral Djoser’e ait heykel, piramitin ana duvarına ait bir bölüm, yine Saqqara Nekropolü’nü çevreleyen “kobra duvarı” olarak adlandırılan yılan figürleriyle süslenmiş duvardan kesitler bulunuyor. Bu holde ayrıca mimar İmhotep’in küçük bir heykeli bulunuyor. İmhotep deyince aklıma bu adı ilk kez duyduğum eğlenceli film serisi “The Mummy” geliyor 🙂 Filmde bu gezide yer ayıramadığımız Krallar Vadisi ve Teb şehri daha fazla ön planda olsa da filmi Mısır ziyareti öncesi izlemek keyifli olabilir.

Müzenin diğer odalarında etkileyici sfenks heykelleri, lahitler, binlerce yıllık testi ve tabakların yanı sıra gerçek insan mumyaları görülebiliyor. Her ne kadar tüyler üypertici olsa da Mısır’da mumya, mezar, lahit gibi şeyleri görmeye alışıyor insan, bunu bir şekilde normalleştiriyor…
Kahire
Piramitler bölgesinden sonra artık başkent Kahire’nin derinliklerine inme vakti. Yaklaşık 20 milyonluk nüfusuyla hem Afrika’nın hem de Arap dünyasının en büyük şehri konumundaki Kahire, Arapça’da “üstün gelen” anlamına geliyor. 641 yılında kurulduğuna inanılan Kahire şehri, Fatimiler döneminde giderek gelişmiş, Orta Çağ’da en önemli İslam kentine dönüşmüş. Nil Nehri, 1300 yıl önce kent ilk kurulduğunda da Kahire’nin can damarı olmuş, günümüzde de aynı önemi koruyor…
Modern Kahire’nin merkezinde yine nehre çok yakın konumuyla Tahrir Meydanı bulunuyor. “Özgürlük Meydanı” anlamına gelen Tahrir Meydanı, ülkenin son yüz yıllık dönemindeki en kritik olayların da bir anlamda tanığı ve ev sahibi olmuş. Adından da gelen vurguyla olsa gerek, iç ve dış politikadaki bazı gelişmelerin protesto edildiği bu meydanı yakınen 2011 yılında gerçekleştirilen ve “Arap Baharı” olarak da adlandırılan “Mısır Devrimi” gösterilerinden hatırlıyoruz. O dönemki devlet başkanı Hüsnü Mübarek’e karşı başlayan halk protestosu giderek büyümüş (Protestoların zirveye ulaştığı günlerde 300 bin kişinin meydanda toplandığı düşünülüyor), hükümetin protestoların bastırmak için şiddete başvurmasıyla ülkeyi iç savaşın eşiğine getirmiş, Mısır Ordusu’nun ülke yönetimine el koyup Hüsnü Mübarek’i devirmesiyle de son bulmuştu. O yıllarda sadece Mısır’da değil hemen hemen tüm Arap ülkelerinde halkın demokrasi taleplerini dile getirmek için başlattığı protestolar birçok ülkede karşılık buldu, Mısır da en çok etkinin yaşandığı ülkelerden biri oldu, sonucunda hükümet de değişmiş oldu. Elde edilen netice halka mı yaradı, sanırım bunu anlamak için daha fazla zamana ihtiyaç var…

Meydanın merkezinde bir obelisk (dikilitaş) bulunuyor, ancak bunu yakından görmek pek mümkün değil. Çünkü burası sürekli polis kontrolü altında. Yeni bir protesto dalgasını göze almak istemediği için olsa gerek, hükümet meydanın merkezinde kuş uçurtmuyor. Ne diyelim protestolarla başa gelenler de protestolardan korkuyorlar…
Tahrir Meydanı’nın çevresinde Mısır Müzesi, Arap Birliği Binası, Mısır bürokrasinin merkez binası Mugamma ve Kahire Amerikan Üniversitesi gibi önemli yapılar bulunuyor. Ön tarafı Nil Nehri’ne bakan şehrin ünlü oteli Ritz-Carlton‘un arkası da yine meydana bakıyor.

Tahrir Meydanı’na bakan ana caddelerden biri Talaat Harb Caddesi, aynı adı taşıyan Talaat Harb Meydanı‘na çıkıyor. Meydanın ortasında bir de heykeli bulunan Talaat Harb, 1900’lü yılların başlarında ülkenin ekonomisine yön vermiş başarılı bir ekonomistmiş. Neo-klasik bir mimariye sahip bu meydanda insan kendini bir Avrupa şehrine hissediyor. Yarım daire şeklinde kıvrılarak meydanı çevreyelen binaların mimarisi 1950-1960’lı yıllardan korunarak günümüze taşınmış. Şehir için oldukça özgün bir mimariye sahip bu meydan görülmeye değer. Meydana gittiğinizde 1920’lerin ortasından beri hizmet veren dünyaca ünlü çikolatacı Groppi‘ye uğramak isteyebilirsiniz.

Mısır Müzesi
Tahrir Meydanı’nın kuzeyindeki Mısır Müzesi, sadece Kahire veya Mısır içinde değil dünya üzerindeki en özel müzelerden biri. 1902 yılında resmi olarak açılan Mısır Müzesi, Antik Mısır dönemine ait 120000 civarında eser barındırıyor. Dolayısıyla birkaç saatinizi (hatta Antik Mısır döneminde çok ilgiliyseniz 1 tam gününüzü) rahatlıkla bu müzeyi gezmek için gözden çıkartabilirsiniz.

Kentteki neo-klasik mimariye sahip yapılardan biri olan müze, pembeye çalan rengi ve güzelliğiyle kendisini daha baştan sevdiriyor. Bahçesindeki sfenks heykelleri ve dikilitaş ise müzede göreceklerinizin fragmanı bile değil 🙂 Tabii artılarının yanında eksileri de yok değil müzenin. Önce onlardan başlayalım; kentin üzerine sinen toz müzeye de sirayet etmiş ve yönlendirmeler maalesef genel olarak oldukça zayıf. Ziyaret ettiğimiz dönemde müzenin bazı kısımları yenileme çalışmaları nedeniyle inşaat altındaydı, ve buraların nasıl korunduğunu daha doğrusu nasıl pek de iyi korunmadığını görünce içim içimi yedi. Bir Avrupa ülkesinde olsa bu müzeyi uçururlar diye düşünmeden edemiyor insan, ama doğunun daha doğrusu Ortadoğu’nun o amatör ruhunun da adını tam olarak koyamadığım farklı bir özelliği var. En iyi “Samimiyet” diye nitelendirebildiğim bu ruhu da, bu coğrafyanın parçası olduğumdan mıdır nedir, ayrı bir seviyorum ne diyeyim…

İki katlı olan müzenin alt katı genel olarak Eski Krallık’tan başlayarak Antik Mısır tarihinin kronolojik olarak anlatıldığı odalara ayrılmış. Gize, Krallar Vadisi, Dashur ve Saqqara’dakiler başta olmak üzere piramitlerden ve mezarlardan çıkarılan eserlerin sergilendiği bu odalarda, hemen hemen tüm firavunlara ait bir heykel veya büst görülebiliyor. Zemin katın ortasındaki ana hol, küçük piramitler, lahitler, firavun heykelleri ve mozaiklerle dolu büyüleyici bir salon gerçekten. İnsan bu holde nereye bakacağını şaşırıyor, kolay kolay içinden çıkamıyor. Burada başrolde tarihte bilinen oyulmuş en büyük ikili heykel olan Amenhotep III ve Tiye‘nin devasa heykeli var…

Zemin kattaki göz alıcı eserlerden bir diğer prens Rahotep ve eşi Nofret‘e ait heykeller. Kireçtaşından gerçek insan boyutunda yapılmış 4500 yıllık bu heykellere bakınca gerçeğe ne kadar yaklaşılabileceğine hayret edip hayran kalmamak mümkün değil.

Yine zemin katta yer alan 3.salon tamamen, yukarıda GEM kısmında da değindiğim üzere, kral Akhenaton ve eşi Nefertiti’ye ayrılmış. Bu sıradışı kralın Mısır tarihine olan etkisine değinmiştim. Amarna Odası olarak adlandırılan bu odada Akhenaton’un Mısır tarihine olan etkisi ve başkenti Tel el-Amarna’ya taşıyışı ayrıntılı olarak anlatılıyor ve döneme ait eserler sergileniyor. Her ne kadar Kral Akhenaton öldükten sonra Mısırlılar etkilerini silmek için o döneme ait ne varsa hızlıca ortadan kaldırsalar da, kralın ve eşinin mezarından çıkanlar sayesinde kral ve eşi tarihten tamamen silinmekten kurtulmuşlar.


Mısır Müzesi’nin hiç kuşkusuz en ünlü ve değerli eserleri müzenin ikinci katında yer alıyor: Tutankhamun’un Hazineleri. Aslında Tutankhamun, Mısır tarihi açısından çok sıradan talihsiz bir kral. Sadece 9 yaşındayken tahta çıkıp, bundan 10 yıl sonra, sadece 19 yaşındayken hayata veda etmiş. Onu unutulmaz kılan ve diğer krallardan ünlü yapansa diğer kral mezarlarına kıyasla çok geç bir dönemde, 1922 yılında Howard Carter tarafından keşfedilen mezarı, daha doğrusu mezarındaki eşsiz hazineler olmuş.

Tutankhamun’un mezarı genç yaşta öldüğü ve yeterince zaman olmadığı için büyütülememiş. Dolayısıyla göreceli olarak küçük bir mezar. Krallar Vadisi’nde yer alan mezarın diğerleri gibi keşfedilememesinin nedeniyse yanındaki mezarın yıkılıp girişini kapatması sonucuymuş. Tesadüf eseri bulunan mezar, sonuç olarak günümüze kadar tahrip ve talan edilmeden ulaşmış.

Tutankhamun’un mumyasının konulduğu tabutlar ve maskesi özel bir odada sergileniyor. Ve bu odada fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Firavunun mezarı dıştan içe doğru yerleştirilen 3 tabut içine konulmuş. Bunlardan en içteki tabut 170kg ağırlığında som altından yapılmış ve göz kamaştırıyor. Her ne kadar daha önce birçok kez fotoğraflarını görsek de, maskeyi yakından görmek başka bir şey. Maskenin yanı sıra, altın kolyeler, bileklikler, yüzükler ver her parmak için ayrı ayrı yapılmış altından parmaklıklar, Antik Mısırlıların ölümden sonraki hayata dair güçlü inanışlarını gösteren detaylar olarak aklımıza kazınıyor.

Özel odanın önündeki dış holde Tutankhamun’un mezarından çıkan diğer hazineler yer alıyor. Başları her daim kalabalık olsa da “Kralın Tahtı, “Anubis’in Oturan Heykeli” gibi eşsiz eserleri doya doya seyredebilirsiz. Tutankhamun’a ayrılan özel odanın hemen yanında, göreceli olarak yeni keşfedilmiş Kral Psusennesi’nin mezarından çıkarılan hazineler sergileniyor. 1940 yılında Tanis’te bulunan mezardan çıkarılan altın maske, kolye ve tabutlar gerçekten çok güzeller. Tutankhamun’dan farklı olarak Psusennesi’nin iç tabutu tamamen gümüşten yapılmış. Bunun nedeninin o dönemde gümüşe altından daha fazla değer verilmesi olduğunu öğreniyoruz.

İkinci katta görülecek en ilginç şeyler arasında Yuya ve Tuya‘ya ayrılmış kısım var. Kral Thutmose’nin veziri olan Yuya ve soylu bir aileden gelen karısı Tuya’nın mumya ve mezarları, müzedeki en gözde eserler arasında. Bu ikilinin kızları Tiye de daha sonra III.Amenhotep’in karısı olmuş, ki kendilerine ait görkemli heykelleri alt katta ana holde daha önce görmüştük. Bu ailenin Mısır için önemli olduğu mezarlarına verilen değerden de anlaşılıyor. Özellikle kızıl altınla kaplı tabutları çok özel ince bir işçilikle yapılmış. Mumyalara gelince, her ikisi de çok iyi korunmuş ama özellikle Tuya mezarından her an kalkacak gibi duruyor ve insanın içini ürpertiyor…


Müzede Yuya ve Tuya’ya ait toplamda 214 eser sergileniyor. Bunların arasında altın maskeler, özel arabaları, yatak ve bileklikler gibi eserler bulunuyor. Bu kısımda en ilginç eserlerden biri de Mısır’da bulunan en uzun papirüs olma özelliğini taşıyan Yuya Papirüs‘ü.16 metre uzunluğundaki bu papirüs Sakkara’da bulunmuş. İçeriğindeyse ölümden sonra hayata tekrar başlayacak kişilere yardım etmek için Ölüler Kitabı’ndan açıklamalar ve büyülere yer verilmiş. Müzede mumyalar arasındayken, Ölüler Kitabı’ndan da bahsetmişken akla yine “The Mummy” filmi geliyor 🙂

Üst kattaki odalarda Antik Mısır’daki yaşama ve inanışlara dair bilgiler verilirken buna yönelik eserler de sergileniyor. Tarım uygulamalarına ait bilgiler, eserler ve Nil Nehri üzerinde yapılan ulaşıma dair anlatımların yanı sıra birçok papirüs, heykel, yazıt bu salonlarda görülecekler arasında. Özellikle “uşabti” denilen ve ölümden sonraki yaşamında krala hizmet edeceğine inanılan hizmetçileri simgeleyen heykelcikler her yerde. Yine çok sayıda tekne, gemici ve hayvan heykelcikleri görülebiliyor.

Müzede sayısız mumya, tabut, lahit örneği var. Bunlardan o kadar çok görüyorsunuz ki artık sıradanlaşıyor 🙂 Müzedeki en ilginç kısımlardan biri de yine üst katta yer alan, hayvan mumyalarına ayrılan kısım. Bu salonda Mısırlıların “mumyalama” işleminin gerçekten suyunu çıkardığını gözlerimizle görüyoruz. Köpek, koyun, koç gibi evcil ve çiftlik hayvanlarının mumyalanması bir nebze anlayabiliyor insan. Ama koskocaman bir balık ve timsah mumyaları karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz…

Gezdiğimiz en özgün ve güzel eserlerle dolu Mısır Müzesi bu haliyle bile inanılmaz etkileyici. Antik Mısır’a ait sayısız eserin başta British Museum olmak üzere dünyanın çeşitli müzelerinde kaldığını düşününce, müzenin potansiyelin çok daha fazla olduğunu da belirtmek gerek. Umarım günün birinde bu eserler de ait oldukları topraklara geri dönerler.
Nil Nehri ve Cezire Adası
Tahrir Meydanı’nın Nil Nehri’ne sadece 250-300 metrelik bir mesafede. 1931 yılında aynı bölgede yer alan eski köprü üzerine inşa edilen Kasr Al Nile Köprüsü, meydanı Cezire Adası‘na bağlıyor. Köprünün doğu ve batı girişlerinde ikişer olmak üzere, toplam dört tane aslan heykeli bulunuyor. Bu köprü Nil Nehri’ni ve çevresini izlemek için en güzel manzaralardan bazılarını sunuyor.

Nil Nehri’nin bu kısmında en ünlü otel zincirleri bir bir sıralanmış. Daha önce bahsettiğim Ritz-Carlton’un yanı sıra Hilton, Kempinski, Sheraton, InterContinental, Four Seasons gibi dünya markalarının hepsi bu civarda. Köprünün her iki ayağında yer alan iskeleler üzerinde Nil üzerinde tekne turları düzenleniyor. İsterseniz size özel bir tur yaptırabileceğeniz gibi yaklaşık 50-60 kişilik bir tura da katılabilirsiniz. 1 saat kadar süren turun çok bir esprisi olduğunu söyleyemeyeceğim ama Kahire’ye gelmişken yapmak isterseniz de size kalmış. Bu tür hizmetlerin fiyat olarak makul olduğunu daha önce belirtmiştim.

Nil Nehri’nin üzerindeki adalardan en popüleri olan Cezire Adası, üzerindeki semtin adı olan Zamalek olarak da anılıyor. Ve burası şehrin bir nevi spor ve sanat merkezi. Ada üzerinde futbol, basketbol, tenis, yüzme, golf gibi branşlar için birçok spor tesisi bulunuyor. Bunların ortasında da Kahire Kulesi yükseliyor. Yapımına 1956’da başlanan kule 5 yılda tamamlanmış. Aslında bir televizyon kulesi olan Kahire Kulesi, 187 metre yüksekliğiyle Mısır’ın ve Kuzey Afrika’nın en yüksek binası. Kulenin çok etkileyici olduğunu söylemek güç olsa da, Nil ve çevresinde sayısız gökdelen bulunduğundan şehrin silüetiyle uyum sağladığını belirtebilirim en azından 🙂

Adanın güney ucunda yer alan Modern Sanatlar Müzesi ve Opera Binası, bölgeyi kentin sanat merkezi olmasını sağlayan ana unsurlar olarak öne çıkıyor. Çevrede bir çok sanat galerisi, sinema ve tiyatro salonunun yanı sıra bir heykel ve büst müzesi olan Mahmoud Mukhtar Müzesi de bulunuyor.


Zamalek’e geldiğinizde uğramadan gitmemeniz gereken mekanlardan biri kesinlikle Zooba. “Dünyanın En İyi 50 Restorantı” arasına girmiş bir sokak lezzetleri restorantı olan Zooba, Zamalek’i Kahire şehir merkezine bağlayan 15 Mayıs Köprüsü’nün alt kısmındaki 26 Temmuz Caddesi üzerinde yer alıyor. Afrika’nın 1.si, dünyanın da 9.su seçilmiş olan bu restorant, içeri girdiğinizde küçüklüğüyle sizi şaşırtabilir. Mekandaki toplam masa sayısı 5-6’yı geçmiyor. Yine bu kadar küçük bir mekanda yer bulmak sıkıntılı olabilir diye düşünülebilir. Ama bizim için ilginç bir şekilde öyle olmadı, gittiğimizde mekan oldukça tenhaydı.
Zooba’da başta kushari, şıvarma ve falafelin farklı çeşitleri olmak üzere Mısır mutfağının öne çıkan lezzetlerini tatmak mümkün . Özellike Mısır mutfağının en özgün yemeklerinden biri olan kushariyi denemenizi tavsiye ediyorum. Şehriye, mercimek ve nohutun bir karışımı olan bu yemeği, yanındaki özel soslarıyla beraber biz gerçekten çok sevdik. (Kushariyi tatmak için gidilebilecek bir diğer restorant da Abou Tarek. Tahrir Meydanı’ndan 10-15 dakikalık mesafede bulunan bu restorantta sadece kushari satılıyor. Yani buraya sadece kushari yemek için gideceksiniz, ama buna değdiğini göreceksiniz.)
İslami Kahire
Şimdi sırada İslami Kahire var. Bu bölge günümüzde de şehrin en önemli merkezlerinden biri. Fatimiler, Eyyubiler, Memlükler, Osmanlılar ile 19.yüzyılda modern Mısır’ın temellerini attığı düşünülen Mehmet Ali Paşa dönemlerine ait eserlerle yine çok zengin bir kültürel yolculuğa doğru yola çıkıyoruz.
Selahaddin Kalesi, bu bölgeyi gezmeye başlamak için ideal yerlerden biri. Mukattam Tepeleri’nin bir uzantısına kurulan kale, 13.yüzyılın başlarında şehri Haçlılar’dan korumak için yaptırılmış. Sonrasında Memlükler döneminde saray, son olarak II.Dünya Savaşı’nda İngiliz Ordusu’nun komuta merkezi olarak kullanılmış. Yapımına Selahaddin Eyyubi döneminde başlandığı için kaleye “Selahaddin Kalesi (Citadel of Saladin)” deniyor. Günümüzdeyse tamemen müzeye dönüştürülmüş ve 1979’dan bu yana kale UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor.

Kalenin surlarından içeri girince karşımıza önce Mehmet Ali Paşa Camii çıkıyor. 1830-1848 yılları arasında inşa edilen caminin mimarisi, aynı dönem İstanbul’da inşa edilen camilerin mimarisine benzer şekilde barok ve rokoko unsurlara sahip. Kahire’nin çevresindeki çöller ve iklimin etkisiyle şehre hakim olan toz, yapıların üzerinde birikiyor, yapıları eskitiyor ve güzelliklerini açıkçası biraz azaltıyor. Bu camiye de dışarıdan bakınca çok etkilenemeyebilirsiniz. Ama içerisine girince fikriniz değişecek, buna emin olabilirsiniz.

Caminin dış avlusunun ortasında güzel bir şadırvan, arka tarafında da bir saat kulesi bulunuyor. Bu saat kulesi Paris’teki Concorde Meydanı’na yerleştirilen dikilitaşın karşılığı olarak Fransa Kralı tarafından hediye edilmiş, daha sonra da kaledeki konumuna yerleştirilmiş. Mehmet Ali Paşa Camii, Kahire’nin en büyük camisi konumunda. Caminin içinde kullanılan düzgün soluk taşlar nedeniyle bu cami halk tarafından “kaymaktaşı camii” olarak da anılıyormuş. Zemindeki mermerler, alt tarafta kullanılan beyaz taşlar, kubbenin üzerindeki süslemeler, caminin içine hakim olan turuncu ve yeşil renk bütünlüğüne hayran kalmamak mümkün değil…

Burada bir deneyim paylaşımının tam da sırası: Caminin girişinde bekleyen görevliler, daha dış avlusuna girerken ayakkabılarınızı çıkartmanızı istiyorlar. Bu durumda ya cüzi bir miktar para verip galoş giyeceksiniz, yada ayakkabılarınızı elinizde taşıyacaksınız. Bunu henüz dış avluya girerken yapmalarından huylanarak yine ucuz bir para tuzağı numarasının peşindeler diye düşündüm, galoş giymeden ayakkabıları içeri kadar elimde taşımayı göze aldım. Ama sonra bir baktım ki caminin içinde halı yok, her yer mermer. Daha sonra başka camilerde de benzer durumla karşılaştık. Ne diyeyim ön yargının gözü kör olsun 🙂

Mısır’a büyük katkı sağlamış Mehmet Ali Paşa’nın türbesi de caminin yanında yer alıyor, görülebilir. Camiden çıkınca asıl yapılması gerekenlerden biriyse kaleden “bin minareli şehir” Kahire’yi bir süre seyretmek olmalı. En ön planda aşağıdaki Sultan Hasan Medresesi ve El-Rıfai Camileri hemen dikkatinizi çekecektir. Açık havada buradan piramitlerin bile göründüğü söyleniyor, kim bilir belki siz bu şansa erişirsiniz…

Mehmet Ali Paşa Camii’nin avlusundan aşağı inip yoldan devam edince kale içindeki bir başka tarihi caminin yanına geliyoruz. Geçmişi 14.yüzyıla kadar uzanan Sultan en-Nasır Muhammed Camii, özellikle burgu minareleriyle dikkat çekiyor. Mehmet Ali Paşa 18.yüzyılda iktidara ilk geldiğinde halen önemli bir güç teşkil eden Memlükleri tehdit olarak görmüş. Bu nedenle Memlükleri katledip kalede onlara ait eserlerin tümünü yıktırmış. Bu cami o dönemde ahır olarak kullanıldığından bir şekilde ayakta kalmış. Cami bu durumdan çok olumsuz etkilenmiş tabii ama halen etkiliyiciliğini koruyor. Mihrabındaki İran usülü seramikler, ahşap minberi ve avlusundaki sütunlar görülmeye değer.

Kalenin içinde yer alan Polis Müzesi, Askeri Müze ve Araba Müzesi daha yakın dönem unsurlara ayrılmış. Bu müzelerde genel olarak uniformalar, silahlar, hücreler, savaş tasvirleri, kraliyet arabaları sergileniyor. Kalenin içindeki bir diğer önemli yapı da, Osmanlıların kentteki ilk eseri olma özelliği taşıyan Süleyman Paşa Camii. 1528 yılında yapılan cami, şehirdeki diğer önemli camilerden küçük olsa da iç mimarisinin güzelliğiyle onlardan geri kalmıyor.

Kaleden aşağıya doğru inip İslami Kahire’deki ikinci durağımız olan Sultan Hasan Medresesi ve El-Rıfai Camisi‘nin yer aldığı Salah el-Deen (Selahaddin) Meydanı‘na geliyoruz. Eskiden hipodrom alanı olan bu meydanda şehrin en güzel eserlerinden ikisi yer alıyor.

Birbirine benzeyen kardeş ve görkemleri mimarileriyle bu iki cami aynı döneme ait gözükse de aslında aralarında 450 yıllık bir zaman farkı bulunuyor. Bunlardan eskisi Sultan Hasan Medresesi‘nin yapımına 14.yüzyılın ortalarında başlanılmış ve ilginç de bir hikayesi var. Sultan Hasan caminin masraflarını 1348 yılında Kahire’yi kırıp geçiren veba salgınından ölenlerin mülklerine el konulması sonucu gelen parayla karşılamak istemiş. Zaten açgözlülüğü ile tanınan sultan, halk nezninde daha da tepki çekmiş. Üzerine caminin yapımı devam ederken minarelerinden birinin çökmesi sonucu birçok işçi canından olmuş. Bu olaylar neticesinde bu caminin uğursuzluk getireceği yönündeki inanışlar daha da artmış ve olaydan iki yıl sonra Sultan Hasan caminin tamamlanmasını göremeden öldürülmüş. Sultanın cesedi hiçbir zaman bulunamamış. Türbesinin de yaptırdığı bu görkemli yapıda olmasını isteyen Sultan Hasan da amacına ulaşamamış. Sonuç olarak yaptırdığı bu yapı gerçekten kendisine uğur getirmemiş sanki…

Sultan Hasan Camii’nin boyutları dışarıdan bakınca çok anlaşılmıyor. İçeriye girince duvarlarının yüksekliği ile devasa boyutları daha iyi anlaşılıyor. Duvar yüksekliği 36 metre, uzunluğu 150 metreyi bulan görkemli yapının güneybatı tarafındaki minaresinin uzunluğu da 81 metreymiş. Böylelikle bu cami Kahire’nin en yüksek minaresine sahip camisi olurken, minare de Memluk mimarisinin en yüksek yapısı olma özelliğini taşıyor.

Caminin ortasındaki büyük avlunun etrafından 4 büyük eyvan bulunuyor. Bu kısımların her biri zamanında ayrı kapısı ve avlusu ile 4 Sünni mezhebin okulu olarak hizmet görmüş. Doğu eyvanın arkasında yer alan mihrap büyüleyici bir güzelliğe sahip. Yandaki kapıdan girilen türbedeyse Sultan Hasan’ın olmasa da, iki oğlunun kabirleri bulunuyor.

Yan taraftaki El-Rıfai Camii, yanındaki muhteşem esere benzer ölçeğe sahip. Adını 11. yüzyılda Irak’ta yaşayan Rufailik tarikatının kurucusu Seyyid Ahmed er-Rifai’den alan cami 1912 yılında tamamlanmış. Camiyi Mehmet Ali Paşa soyundan gelen ve Süveyş Kanalı’nın açılmasını sağlayarak sadece Mısır tarihine değil dünya tarihine de bir anlamda etki eden Hidiv İsmail’in annesi Sultan Huşyar yaptırmış.

Muhteşem kapısından içeri girince bu caminin de sütün ve kemerlerin devasa boyutu karşısında büyülenmemek elde değil. Yine ince işçiliğe sahip mihrap ve minberi görülmeden geçilmemeli. El-Rıfai Camii’nde Sultan Hasan Camii’nden etkilenilerek Memlük mimari unsurlarından yararlanılmaya çalışılmış.

El-Rıfai Camii mimarisinin güzelliğinden çok içinde bulunan ünlü mezarlarla biliniyor. Bunlar arasında Hidiv İsmail, Mısır’ın son kralı Faruk, İran’da 1979’ta gerçekleşen İslam Devrimi sonrası Humeyni’den kaçıp Mısır’a sığınan son İran Şahı Rıza Pehlevi de yer alıyor. Rıza Pehlevi’ye ayrılan kısım, İran motiflerinin güzelliğiyle dikkatinizi çekecektir.

El-Rıfai Camii’nden çıktıktan sonra hedefimizde İslami Kahire’deki üçüncü ana durağımız olan El-Ezher Camii ve Han El-Halili Çarşısı bölgesi var. Bu bölgeden uzak bir mesafede olmamıza karşın yürüyerek gitmeye karar veriyoruz. Böylelikle İslami Kahire’nin derinliklerini de yakınen keşfetme şansı bulacağız.

Mısır’ın fakir bir ülke olduğundan bahsetmiştik. İslami Kahire sokaklarında bu fakirliği yakından görebiliyoruz. Ama gözlemdiğimiz insanların gözünde yine de umutsuzluktan çok mutluluk var, sokaklar yaşıyor her yer o kadar hareketli ki…
Tozun yıprattığı binalar arasında yürürken bol bol hayvan dostlara da rastlıyoruz. Ülkemizden sonra en çok kediyi Kahire sokaklarında gördüğümüzü söyleyebilirim. Bunun dışında eşekten koyuna, tavuktan köpeğe evcil-çiftlik hayvanlarının hemen hemen her türüne rastlıyoruz. Sanki kalabalık ve çok büyük bir köydeyiz. Ama en ilginç görüntüleri köpekler veriyor. Arabaların üzerine çıkan kedileri görmeye alışığız da bunu yapan köpeklere rastlamak bizi hem şaşırıtıyor hem de gülümsetiyor 🙂

Souk Al Silah Caddesi’nden El-Ezher’e doğru süren yolculuğumuzda yanımızdan motorlar ve tuk tuklar vızır vızır geçiyor. Özellikle tuk tukların cadde üzerinde birbirine ve insanlara çarpmadan ilerlemesi bu kaotik ortamın da kendine has bir düzeni olduğuna bizi inandırıyor. Yolculuğumuz boyunca birçok tarihi cami ve köşk görüyoruz. Ama bizi en çok etkileyen tek eliyle bisiklet sürerken başı üzerinde devasa boyutta ekmek tablası taşıyan çocuklar oluyor. Bu insan için tehlikeli, taşınan mallar için de oldukça riskli yöntemi niye seçmişler anlamak mümkün değil, ama bir değil birkaç kez bu manzarayı görünce bunun onlar için oldukça alışageldik bir yöntem olduğunu kabul etmekten başka elden bir şey gelmiyor…

El-Ezher’e yaklaştıkça tarihi yapıların sayısı artıyor. Bab Zuweila’dan (Zuweila Kapısı) geçip oldukça güzel bir mimariye sahip Sultan al-Muayyad Shaykh Camii‘nin yanından yürüyoruz. Mimarisi ile dikkat çeken Mehmet Ali Paşa Sebili’ni (Sabil Muhammad Ali Pasha) de geride bırakınca artık bölgenin ana caddesi olan El-Ezher Caddesi üzerindeyiz. El-Ezher Camii şimdi çok yakınımızda ama ona gitmeden önce uğramak istediğimiz özel bir yer var.

Nobel ödüllü usta yazar Necib Mahfuz’a adanmış Necib Mahfuz Müzesi, El-Ezher Caddesi’nin hemen arkasındaki sokak üzerinde yer alıyor. Önce müzenin kurulduğu yapıdan bahsetmek gerekirse, burası aslında eski zamanlarda yolcuların gelip konakladığı, bedava yemek ve barınma sağlayan bir hanmış. Necib Mahfuz’un doğup büyüdüğü semtte, ona adanacak bir müze yapılmak istendiğinde burası uygun bulunmuş ve müzeye çevrilmiş.

Ortadoğu’nun Balzac’ı olarak anılan Necib Mahfuz sadece ülkesinin değil, dünya edebiyat tarihinin en üretken yazarlarından biriydi. 35 adet roman, 350’den fazla öykü yazdı. 1988’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığında, bu ödülü kazanan ilk Müslüman yazar oldu, halen de tek Arap yazardır. Hayatı boyunca Mısır’ın dışına hiç çıkmadı. Uçak korkusu nedeniyle Nobel Ödülü’nü almaya kendi gidemedi, kızı onun adına ödülü alıp geldi. Kitaplarında Mısır’ın yakın tarihinin çalkantılarına, bu dönemleri yaşayan halkın yaşadığı travmalara ve psikolojik çözümlemelere, politik paradokslara, dini ve etik değerlendirmelere yer veren Mahfuz, düşünceleri nedeniyle ülkesinde tepki de çekti. Nobel Ödülü’nü alana kadar kitapları uzun bir süre yasaklandı. Ülkesindeki kökten dincilerin hedefi oldu, hatta bu nedenle 1994 yılında, 83 yaşındayken evinin önünde bıçaklı saldırıya uğradı. Kolundaki sinirler hasar gördü, yazmakta büyük güçlük çektiyse de yazmayı bırakmadı. 2006 yılındaki ölümüne kadar yazmayı sürdürdü…


Müzede Necib Mahfuz’un uzun hayat hikayesinden kesitler, kitapları ile ilgili bilgiler, aldığı ödüller, kişisel eşyaları, gündelik hayatındaki rutinler gibi detayları görüp inceleyebilirsiniz. Çalışma masası ve kütüphanesini yakından görebilirsiniz. Düşünceleri nedeniyle dışlanan, siyasiler tarafından hor görülen bir çok yazar gibi yaşarken acı çekti belki ama duruşu, azmi , yaşama biçimi ve ülkesine, insanına bağlılığı ile çok önemli bir şahsiyet olduğu su götürmez. Ruhu şad olsun…

Müzeden çıkınca soluğu hemen El-Ezher Camii‘nin önünde alıyoruz. Geçmişi Fatimiler dönemine, 972 yılına kadar uzanan bu cami, Kahire’de kurulan ilk cami olma özelliğini taşıyor. Kahire’yle özdeşleşen “Bin Minareli Şehir” benzetmesi de El-Ezher Camisi’nden geliyor. Zamanla yavaş yavaş genişleyen cami, günümüzde aynı adı taşıyan tarihi üniversite El-Ezher Üniversitesi’yle komşu konumda yer alıyor.

Mehmet Ali Paşa Camii’ndeki gibi mermerlerle kaplı dış avluya ayakkabı ile girilmiyor. İç ve dış mimarisi hayranlık uyandıran caminin bir diğer özelliği de birden fazla mihrabının bulunması. Ülkemizde neredeyse hiç rastlamadığımız bu durumun nedeninin, bu mihrapların farklı mezheplere ayrılmış olabileceğinden kaynaklandığını düşünüyorum ama kanıtlayamam 🙂
El-Ezher Camii’nin hemen karşı tarafında Kahire’nin simgelerinden biri Han El-Halili yer alıyor. Camiden çarşının olduğu tarafa geçmek ve aradaki işlek cadde yüzünden epey meşakatli, biraz dolanıp gelmek gerekiyor. Tarihi çarşıda bir bedesten, bedestenin içine ve çevresine yayılmış onlarca dükkan var. Memlükler döneminde 1382 yılında kurulan çarşı, Osmanlı döneminde “Türk Çarşısı” olarak anılırmış. Buna şaşırmamak gerek, açıkçası mimarisi ülkemizdeki tarihi çarşılarla hemen hemen aynı.


Dükkanlarda antik Mısır unsurlarıyla bezenmiş hediyelik eşyalar, satranç ve tavla takımları, oyuncaklar, geleneksel kıyafetler, elbiseler, baharatlar, kahve-fincan takımları ne ararsanız var. Bu tarihi çarşıda gezinirken Mahfuz’un roman isimlerinin mekanlarını; Karnak Kafe’yi, Kuştimur Kahvehanesi’ni, Midak Sokağı arıyor gözler. Midak Sokağı gerçekten Han El-Halili de yer alan bir sokakmış, direk kendisini bulamasak da karşımızda sürpriz bir şekilde Necib Mahfuz Kafe‘yi buluyoruz. Yazarın arkadaşlarıyla beraber sürekli gittiği bu mekanın atmosferi gerçekten çok güzel, bir şeyler yiyip içmek için de ideal bir yer. Biraz önce müzesini gezip etkisi üzerimizdeyken bu mekanı bulmak, usta yazarla sanki yan yana masalardaymışçasına oturmak bize öyle iyi geliyor ki…


Kafeden çıkınca İslami Kahire’deki son durağımız olan Kalavun Külliyesi‘ne geçiyoruz. Konumu Han El-Halili ile bitişik sayılabilecek bir yerde olan bu tarihi kompleks çok sayıda tarihi yapıyı içinde barındırıyor. Tarihi Al Mu’izz Sokağı üzerindeki gişeden bilet aldıktan sonra, sokak üzerindeki 7 adet yapıyı gezebiliyorsunuz. Aslında bu sokak dünya üzerinde en çok İslami eser barındıran bir açık müzesi hüviyetinde. Üzerinde sadece Memlükler dönemine ait Kalavun Kompleksi’ni değil, Fatımiler’den Osmanlılara ve Mehmet Ali Paşa dönemine kadar 30’dan fazla tarihi eser barındırıyor. Dolayısıyla burada ne kadar derine inmek isterseniz, o kadar vakit ayırmanızda fayda var.

1279-1290 yılları arası Mısır’da hüküm süren Memlük hükümdarının Kalavun, hem yönetim anlayışıyla hem eserleri ile Kahire’de önemli bir etki bırakmış. Yaptırdığı külliye içinde medrese, cami, o dönem için eşi benzeri olmayan bir hastane ve hamam gibi yapılar bulunuyor. Gezilecek 7 tane yapıdan ilki bilet gişesinin hemen yanında yer alan al-Salih Najm al-Din Ayyub Medresesi ve Türbesi. Açıkçası burası görecekleriniz arasındaki en sönük yapı.

Karşıdaki Kalavun Külliyesi’nin içinde Sultan Kalavun ve ailesine ait anıt mezarların yanı sıra yaptırdığı cami, medrese ve hastaneden kalanlar bulunuyor. Mezarların bulunduğu türbenin iç mimarisi, duvarların yüksekliği ve süslemeler nefes kesiyor. Dış avluya geçince medresenin mihrabı ve tavanlar başta olmak üzere taş işçiliğinin güzelliğini doya doya seyredin.

Kalavun Külliyesi’nin hemen bitişiğinde bir başka özel yapı Sultan Al-Nassir Muhammed Medresesi ve Camisi bulunuyor. 42 yıllık hükümdarlığı sırasında Selahaddin Kalesi’ndeki cami de dahil 200’e yakın eser yaptıran bu hükümdarın en önemli eserlerinden biri de bu medrese. Yanındaki yapıya nazaran çok daha küçük olsa da bu cami de ihtişamlı bir taş işçiliğine sahip. Yapının mihrabını, kemerlerini ve minarelerini gördükten sonra arka bahçesine de mutlaka uğrayın. Burada bir açık hava müzesi görecek ve çok özel tarihi manzaralara tanıklık edeceksiniz.

Caminin hemen karşısında sokaktaki sayısız tarihi yapıdan bir diğeri olan İsmail Paşa Sebili (Sabil-Kuttab Ismail Pasha) yer alıyor. Az ilerideyse bir diğer görkemli yapı Sultan Berkuk Medresesi ve Camisi yer alıyor.

14.yüzyılın sonlarında tamamlanan Sultan Berkuk Medresesi’nde, Sultan Hasan Medresesi’nden esintiler bulunuyor. Ona benzer şekilde ortasında bir şadırvan, ve her köşesinde 4 ayrı mezhebe ayrılmış 4 eyvanı bulunuyor. Benzerlerini defalarca görsek de bıkmak usanmanın mümkün olmadığı güzellikler karşısındayız. Bu medresede de mimariye ve gördüğümüz tarihi unsurlara hayran kalıyoruz.

Sultan Berkuk Medresesi’nin hemen yan kısmında çok da belirgin olmayan bir kapıdan aşağı indiğinizde tarihi bir başka yapının, Sultan İnal Hamamı‘nın içine giriyorsunuz. 15.yüzyılda Sultan İnal tarafından yaptırılan hamam, 19.yüzyılın sonlarına kadar faaliyet göstermiş.

Sokaktaki Memlük eserlerinin sonuncusu Sabil-Kuttab Abd el-Rahman Kathkuda, günümüze en yakın dönemde 18.yüzyılda yapılmış. Bu sokakta bir benzerini gördüğümüz bu yapılar bir yandan halka açık çeşme (sebil), bir yandan da küçük çaplı bir Kuran okulu işlevi görüyormuş. Enfes bir mimariye sahip bu yapı, konumuyla sokağın eşsiz atmosferine apayrı bir hava katıyor.

Biz tarihi güzellik fışkıran bu mükemmel sokakta, Al Mu-izz’de buradan daha ileriye gitmedik. Meraklıları için burada görülecek daha o kadar çok şey var ki saymakla bitmez. Fatımiler’den kalma tarihi yapılar El-Akmar Camisi ile El-Hakim Camii, bölgenin en gösterişli evlerinden biri olan Beştak Sarayı, tarihi kapılar Bab al-Nasr ile Bab al-Futuh ve Kahire’nin tarihi kuzey surları bunlardan en dikkat çekenler olarak özetlenebilir.
Eski Kahire
Son olarak Kahire’nin çok katmanlı kültürel yapısını daha da iyi anlayacağımız bölgesinde, Eski Kahire‘deyiz. Kent merkezinin güneyinde kalan Eski Kahire’ye gelmenin en kolay yolu Tahrir Meydanı’ndan metroya binerek Mar Girgis İstayonu’na gelmek ki biz de öyle yaptık.
Bu bölge, Antik Mısır’ın yüzyıllar süren sülaleler dönemi sonrasında ve İslamiyetle beraber Fatımilerin bilinen Kahire’yi kurmasından önce, ülkeye birkaç yüzyıl egemen olan Hristiyanlık döneminde kurulmuş. Eski Kahire, günümüzde ülke nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturan Kopt cemaatinin merkezi konumunda. Hristiyanlığın hüküm sürdüğü yıllarda, bölgede 20 kadar kilise varmış. Ancak günümüzde bunların çoğu ayakta değil. Romalılar tarafından kurulan Babil Kalesi’nin içinde kalan bu bölge, günümüze ulaşmış zenginlikleriyle Mısır’ın UNESCO Dünya Miras Listesi’ne giren bir diğer kültür öğesi olmuş.

Sarkan Kilise (Hanging Church), bölgedeki en önemli yapılardan biri. Adını kent kapılarındaki iki kulenin ortasına “asılı” olmasından alan kilise ilk olarak 4.yüzyılda yapılmış fakat 11.yüzyılda yıkılmış, ve daha sonra tekrar yapılmış. Önce ikiz çan kuleleri ve bahçesindeki duvarlardaki çekici resimlerle kendini sevdiren bu yapının iç dekorasyonu da olduça etkileyici. Bir kilisede görmeye alışık olmadığımız Arap alfabesiyle süslü duvarlar, zarif sütunlar ile mermer vaiz kürsüsü en fazla dikkat çeken unsurlar olarak sayılabilir.

Kilisenin içine yerleştirilen cam bölmelerden kilisenin kuleler üzerine “asılı” olma durumu da görülebiliyor. Kilisenin Arapça ismi de “muallakta kalmak” yani “El-Muallaka” zaten 🙂 Kilisenin bu şekilde kurulmasının sebebiyse aslında o dönemde Nil Nehri’nin sularının bu bölgeden geçmesi. Nehrin yatağı daha sonra batıya kaymış ve bu kuleler günümüzde işlevsiz kalmış gibi görünüyor.

Eski Kahire’nin bir diğer önemli yapısı Kopt Müzesi‘ne 1.yüzyılda yapılmış yuvarlak bir Roma kapı kulesinin yanından giriliyor. 1947 yılında eski bir saray üzerine kurulan Kopt Müzesi’nde, Mısır’ın en eski Hristiyanlık çağlarına kadar uzanan eserler sergileniyor.


Müzenin içinde taş nişleri süsleyen cüppeler, goblenler, boyalı ikonlar, oyma tavan süslemeler gibi eserlerin yanı sıra Kopt dokumacılığına ait ince ürünler görülebilir. Müzede aralarında dünyanın en eski kitabı olduğu iddia edilen Koptların 1600 yıllık Davud’un Mezmurlar Kitabı da bulunmak üzere çok eski İnciller de sergileniyor. Bununla beraber görsel olarak en çok öne çıkan eserlerin ülkedeki çeşitli kiliselerden getirilen oyma tavan süslemeler ile renkli cam vitrayların olduğunu söylemek mümkün.

En başta küçük gibi görünen bu müze şaşırtıcı derecede büyük. Bir labirent misali bitti zannettiğiniz yerde tekrar başlıyor, sonuna geldiğinizi düşünürke kendinizi yeni geniş bir hole açılan bir koridorda buluyorsunuz. Ve geçtiğiniz her bir salonda sizi şaşırtan, hayran bırakan detaylarla karşılaşıyorsunuz. Kopt kültürünü oluşturan bileşenleri göreceğeniz bu müzeyi doyasıya gezmek için 1-2 saatlik bir zaman ayırmanız uygun olacaktır.

Kopt Müzesi’nden çıkınca Eski Kahire’nin daracık sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Tozlu raflarıyla kitapçıları ve hediyelik eşya dükkanları arasında keyifle ilerliyoruz.

Eski Kahire’nin sokaklarında yürürken tarihi kiliseler bir bir karşımıza çıkıyor. Ebu Serga Kilisesi, Aziz Barbara Kilisesi ve Mar Girgir Manastırı bölgeye daha da ruhani bir hava katıyor. Bu kiliselerden Ebu Serga Kilisesi’nin kale içindeki en eski yapı olduğu düşünülüyor. Önemini ise Hristiyanlık öğretilerine göre Kutsal Aile’nin Mısır’a Kaçış’ı sırasında bu kilise civarındaki bir mağaraya sığındığına inanılmasından alıyor.

Surlar içinde bölgede Yahudi varlığının bir kanıtı olan Ben Ezra Sinagogu da bulunuyor fakat günümüzde bu mabet kullanılmıyor. Sinagog, Mısır’ın en büyük kiliselerinden biri olan Aziz Barbara Kilise’nin hemen yanında bulunuyor. Eski Kahire sokaklarında yürürken her köşede tarihi bir mabet, kutsal bir simge karşınıza çıkıyor. Bunların arasında içinde halen düğünlerin yapıldığı bir kilise de mevcut, bunu da gezip görebilirsiniz.

Kahire ve Piramitleri görmeye gelirken heyecanlıydık ama düşündüğümüzden çok daha fazlasını bulduk bu gezimizde. Mısır’ın kendine özgü yapısı, insanı, atmosferi, çok kültürü yapısından çok etkilendik. Ayrılırken bu güzel ülkeye en az bir kez daha geleceğimizden eminiz. İlk hedefimiz Yukarı Mısır’daki Karnak ve Krallar Vadisi olacak, orası kesin…
Gezi Tarihi: Ocak 2024
Kitap Önerisi: Kahire Modern – Necib Mahfuz & Binbir Gece Masalları





















































































Son yorumlar