Kaşifler Şehri Lizbon
Avrupa’nın en güney batı ucundaki Portekiz ve başkenti Lizbon beni hep kendine çekmiştir. Konumu ve tarihi gerçekliklerle oluşturduğu algısıyla bu ülke benim için Avrupa’nın çok sevdiğim Latin Amerika ülkelerine açılan kapısı. Günümüzde küçük bir ülke sayılır ama 15.yüzyıldan itibaren gelişen denizcilik ve keşifler sayesinde Portekiz, Hindistan’dan Afrika’ya, Afrika’dan Güney Amerika’ya uzanan sömürgelere sahip olmuş. Bu yönü ile dünyanın tarihteki en emperyal devletlerinden biri. Günümüzden bakınca bunun Portekiz’e yarardan çok zararı mı oldu bilinmez. Portekizli bir din adamının da söylediği gibi: “Tanrı, Portekizlilere güzel bir ülke verdi. Ama bütün dünyayı onların mezarı yaptı.”
Okyanusa yakınlığı ve yeterince güneyde oluşu sayesinde kış aylarında gezilebilecek bir sıcaklıkta olmasıyla Ocak ayında Lizbon’a gitmeyi göze alıyoruz. 3,5 günlük bir planımız var. 2’sini Lizbon şehir merkezine, birini şehrin dışında kalan Sintra’ya ayırıyoruz. İlk gün Sintra’da biraz yağmura yakalansak da genel olarak oldukça güzel bir havada çok keyifli bir gezi geçirdiğimizi söyleyebilirim.
Şimdi anlatma vakti 🙂
Sintra
Doğal güzellik ve tarihin buluştuğu Sintra kasabası, Lizbon şehir merkezinin kuzey batısında ve trenle havaalanından bir, şehir merkezinden de yarım saatlik bir mesafede yer alıyor. Lizbon’a bu kadar yakınken Sintra’yı es geçip gitmek mümkün değil. Belki en çok Pena Sarayı’yla biliniyor ama Sintra kesinlikle bundan çok daha fazlasını vaad ediyor.
Sintra tren istasyonuna vardığımızda istasyondan çıkmakta sorun yaşadık. Şöyle ki; Lizbon’da biletinizi tren/metro istasyonuna girerken, hem de istasyondan çıkarken turnikelerden okutmak zorundasınız. Biz de biletimizle ilgili bir sorun yaşadığımız için istasyondan çıkamadık. Neyse ki istasyondaki kadın görevli İngilizce bilmemesine rağmen bize yardımcı oldu, insiyatif alıp kendi kartıyla bizi dışarıya çıkardı. Bunun gibi birçok örnek daha yaşadık ve Portekizlilerin genel olarak çok sıcakkanlı ve yardımsever olduklarını söyleyebilirim 🙂

Tahmin edeceğiniz üzere biz de Sintra’yı gezemeye Pena Sarayı ile başladık. Pena Sarayı (Parque e Palácio Nacional da Pena), Sintra tepelerine Orta Çağ’da bir manastır olarak kurulmuş. Daha sonraları saraya dönüştürülen yapı, renkli mimarisi ile19.yüzyıl romantizmini sonuna kadar yansıtıyor. Sadece Lizbon’un değil Portekiz’in de simgelerinden biri olan bu saray, UNESCO Dünya Miras Listesi’nde de yer alıyor.

Sarayın giriş kapısından yemyeşil ve oldukça geniş bir bahçenin içinden yukarıya doğru yürüyerek 10 dakikada saraya ulaşıyoruz. Hafif yağmurlu ve sisli bir ortamda sarayı gezmeye başlıyoruz ki; zaten masalsı bir havaya sahip sarayın atmosferi daha da gerçek dışı bir hal alıyor. Rengarenk kuleleri, etkileyici şapeli ve sarayın odalarını ziyaret ediyoruz. Daha sonra bol bol Lizbon’da da göreceğimiz Portekiz’e özgü seramikleri (azulejo), sarayın birçok farklı kısmında görüyoruz ki; bu seramikler sarayın mimarisini daha da özgünleştirip güzelleştirmiş. (Bu arada havanın açık olduğu güneşli günlerde Pena Sarayı Lizbon’dan da görülebiliyormuş, ancak bu gün kesinlikle o günlerden değil. Biz Lizbon’a geçtiğimizde kentten sarayı göremedik, belki o kadar dikkat etmedik.)

Şapelin de yer aldığı batı kısımdaki terasın manzarası harika. Pena Sarayı’nın bahçesindeki ormanları ve Avrupa kıtasının Atlas Okyanusu’na kavuştuğu kıyıların görüntüsünü izliyoruz. Buradan Avrupa karasının en batı ucu olan Cabo da Roca da görünüyor. Vakti olanlar saraydan görmekle yetinmeyip, Sintra’dan 45 dakikalık bir yolculukla Cabo da Roca’ya ayak basıp bu deneyimi daha da ölümsüz kılabilirler…

Pena Sarayı’ndan otobüsle Sintra’nın merkezine iniyoruz. Sintra’nın romantik havası, binaların orjinal mimarisi ve korunmuşluğu hemen etkiliyor bizi. Zamanı unutarak kasabanın sokaklarını arşınlıyoruz. Yine karşımıza bolca Portekiz seramiği “azulejo” ile süslenmiş yapılar çıkıyor. Kafamızı kaldırdığımızda ise tüm heybeti ile Moro Kalesi’nin (Castelo dos Mouros) çok iyi korunmuş surlarını görüyoruz. Bir kartal yuvasını andıran yapısıyla bu kale, adından da anlaşılacağı üzere İberya yarımadasını fetheden Mağribi Arapların (Emeviler) döneminde yapılmış.



Sintra, zamanında kraliyet ailesine de ev sahipliği yapmış. Kasabanın merkezinde yer alan Palacio Nacional uzun yıllar yazlık saray olarak kullanılmış. Mimarisinde gotik unsurlar ve Elhamra Sarayı’ndan esinlenerek eklenen kısımlar gibi farklılıkları barındıran sarayın görülmeye değer salonları bulunuyor.

Sintra’daki bir diğer önemli yapı Quinta da Regaleira, kasabanın romantizminin simgelerinden bir diğeri. 1910 yılında tamamlanan sarayın mimarisi Roma, Gotik, Rönesans stillerine ait unsurlardan oluşuyor. Yapının yer aldığı kampüste etkileyici bir bahçe içinde yer alan şapel, birçok çeşme, yapay göller ve tüneller yer alıyor. Bunlar içinde en öne çıkan yapının etkileyici spiral görüntüsüyle Initiation Wells olduğunu söyleyebilirim. Kısacası Quinta da Regaleira da görülecek çok şey var…



Lizbon Merkez
7 tepeli bir şehir tıpkı İstanbul gibi. Sadece bu nedenle değil Lizbon başka birçok özelliği ile de İstanbul’a benzetiliyor. Gerçekten de benzer yönleri hiç az değil. İstiklal, Cihangir ve Karaköy’ü hatırlatan yokuşları ve tramvay hattı, Tünelvari finiküler sistemi, ortasından boğaz benzeri geçen Tejo Nehri’yle beraber iki yakalı bir şehir olması, Kız Kulesi’ni fazlasıyla anımsatan Belem Kulesi’ne sahip oluşu ve de ne yazık ki bir deprem şehri olması… Tüm bunlar Lizbon’u İstanbul’un ikiz kardeşi değilse de uzaklardaki öz kardeşi yapmaya yetiyor kanımca…
Sintra’dan Lizbon merkeze trenle önce Praça dos Restaudores meydanına geliyoruz. Bu meydanda son bulan Avenida da Liberdade, şehrin en popüler bulvarı olarak sayılabilir. Lizbon tarihinde önemli bir yeri olan 1755 depremi (maalesef bu depremden daha çokça bahsedeceğim) sonrası inşa edilen bu cadde genişliğiyle dikkat çekiyor. Liberdade, her iki yanında pahalı markalara ait mağazalar ve caddenin ortasında yer alan sıra sıra palmiye ağaçları ile Paris’in ünlü caddesi Champs Elysees’i oldukça andırıyor.

Praça dos Restaudores’den yürüyerek Praça Dom Pedro IV’ün arkasında otelimize yerleşiyoruz. Otelimiz Art Inn Lizbon’dan aşağıda detaylı olarak bahsedeceğim. Şimdi Lizbon’u gezmek için tam olarak hazırız. Ve ilk olarak Rossio Meydanı olarak da bilinen Praça Dom Pedro IV‘le başlıyoruz. Bu meydan Lizbon’un eski şehir olarak bilinen Baixa ve Alfama bölgelerinin kalbinde yer alıyor. Meydanın zeminindeki dalgalı siyah beyaz karolar, hoş bir görüntü oluşturuyor. Ortasında da meydana ismini veren Portekiz ve Brezilya Kralı Dom Pedro’nun heykeli yükseliyor. Meydanın kuzey tarafında ise Teatro Nacional (Devlet Tiyatrosu) yer alıyor. Meydanın çevresindeki kafe ve restorantlarda oturup bu renkli meydanın tadını çıkarabilirsiniz.
Alfama & Sao Jorge Kalesi
Lizbon’u en eski mahallelerinden başlayarak gezmeye devam ediyoruz. Alfama, Lizbon’un tarihi kalesinin alt kısmına kurulmuş, şehrin en eski semtlerinden biri. Alfama’ya gitmenin en iyi yolu, şehrin nostaljik tramvay hattı 28 numaralı tramvaya binmek. Biz de bunun için Praça Dom Pedro IV’den tramvayın kalkış noktası Martim Moniz istasyonuna doğru yürüyoruz. Yol üzerinde şehrin en eski ve sembolik kiliselerinden biri Sao Domingos Kilisesi‘ni de görüyoruz.


Sarı renkli 28 numaralı tramvaya binip Alfama’nın yokuşlu yollarını yavaş yavaş çıkmaya başlıyoruz. Tramvayla yol alırken özenle korunmuş sokak ve binaları görüyor, bir yandan da günümüzdeki yaşam hızının yozlaştıramadığı şeylerin ne kadar az ve değerli olduğunu düşünmeden edemiyoruz…

Alfama günümüzde popülerliğini bir nebze yitirmiş olsa da, hiç tartışmasız şehre kimliğini veren bölgelerden biri. 700’lü yıllardan itibaren 300 yıl boyunca Mağribilerin eline geçen bu bölgede o dönem çok sayıda sıcak su çeşmesi yapılmış. Bu nedenle Alfama isminin Arapça Al-Hama (Hamam) kelimesinden türediği düşünülüyor.

Tramvay, Alfama’nın tarihi sokaklarından geçerek Se Katedrali’nin önüne doğru gidiyor. Ama biz oraya gelmeden iniyoruz. Öncelikle Sao Jorge Kalesi ve çevresini gezmek niyetindeyiz. İndiğimiz yerde çok güzel bir teras var. Bu terastan bir süreliğine eski şehri ve Tejo Nehri’ni doyasıya seyrediyoruz. Görüş alanımızda şirin mimarisiyle eski Lizbon evleri ve beyaz çan kuleleri ile Sao Vicente de Fora Kilisesi var. Daha uzakta şehrin sembollerinden olan ve ünlü isimlerin mezarlarına ev sahipliği yapan Panteo Nacional‘ın kubbesi de görülebiliyor.

Kaleye çıkmak için biraz yürümek gerekiyor ama buna değiyor. Otantik sokaklarda ilerlerken çevreyi izlemekten sıkılmıyor insan. Bir süre sonra da kalenin ihtişamlı kapısı karşımıza çıkıyor. Kapının içerisinde kalan kısımda da birçok ev, otel ve mekan mevcut ki, bu kısımlar gerçekten çok keyifli. Sokaklar arasında gezerken, Lizbon’da birçok yerde de göreceğimiz gibi evlerin pencerelerinden mandallarla asılmış çamaşırlar bizi memleketimizdeymiş gibi hissettiriyor 🙂

Sao Jorge Kalesi, MÖ 6.yüzyılda Keltler tarafından kentin en yüksek kısmına kurulmuş. Bir süre Mağribilerin eline geçse de geri alınmış ve Portekiz Krallığı’nın sarayına ev sahipli yapmış. Zamanla saray kaleden taşınmış ve kale hapishane olarak kullanılmış. 1755 yılındaki büyük depremden kale ve Alfama bölgesi şehrin genel olarak en az etkilenen kısımları, bu nedenle surların büyük kısmının çok iyi korunduğunu söyleyebilirim.

Kalenin içinde surların yakınında eski toplar, çeşitli tarihi kalıntılar ve küçük bir müze bulunuyor. Ama kalenin en cazip yanı sunduğu harika 360 derece Lizbon manzaraları. Ticaret Meydanı, Baixa, Bairro Alto, Tejo Nehri, 25 Nisan Köprüsü, kısacası tüm şehir ayaklarımızın altında…


İç kalenin surları gerçekten çok iyi korunmuş. Merdivenlerden çıkarak dört bir yandaki burçlardan şehri izliyoruz. Tüm kaleyi gezmek yaklaşık 1 saatimizi alıyor. Aklımızda kalan müthiş şehir manzaralarıyla kaleden ayrılıyoruz.

Kaleden aşağıya nehre doğru yürüyüşe geçiyoruz. Rotamızda Lizbon (Se) Katedrali var. Sokaklardan inerken özgün mimarisi ve seramikleriyle binaları geçiyoruz. İnişte keyifli bir kahve ve nata molası vermek için ideal bir yer Pastelaria Santo Antonio‘da bir süre soluklanıyoruz. Lizbon’un eşsiz lezzeti “nata”dan Belem kısmında daha detaylı bahsedeceğim.

Lizbon (Se) Katedrali
Kahve molası sonrası yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle görkemli Lizbon (Se) Katedrali‘ne ulaşıyoruz. Katedralin geçmişi 12.yüzyıla kadar uzanıyor. Zamanında burada Mağribiler tarafından yaptırılan bir cami varmış. Portekiz kurucusu olarak görülen Kral Dom Alfonso Henriques şehri Mağribiler’den geri alınca caminin olduğu yere bu katedrali yaptırmış.

Katedralin dış görünümü de oldukça etkileyici ama içeriye girince katedralin güzelliğini daha iyi anlıyoruz. Kentteki birçok yapıda olduğu gibi farklı birçok mimari unsuru barındıran katedral, 1755 yılındaki depremden de etkilenmiş. Tarih boyunca birçok restorasyon gören Lizbon Katedrali, 20.yüzyılın başında günümüzdeki son halini almış. Katedralin arka tarafında Kral 4.Alfonso ve ailesinin mezarı ile incelikle dizayn edilmiş şapeller ve heykeller bulunuyor.


Üst katta bulunan hazine kısmını da gezmenizi ayrıca tavsiye ediyorum. Burada kentin önemli din adamlarına ait tarihi kaftanlar, inciller, taht koltuğu, değerli taşlarla süslü birçok eşya görebilirsiniz. Ayrıca balkon kısmına çıkıp katedralden dışarının manzarasını izleyebilirsiniz. Ve tabi ki katedralin büyüleyici iç mimarisini en geniş açıdan, bütünsel olarak seyredebilirsiniz.

Alfama ve kale bölgesinden ayrılırken Portekiz ve Lizbon’un kültürel simgelerinden biri olan Fado’dan bahsetmeden olmaz. Latince kader anlamına gelen “Fatum” kelimesinden türediği düşünülen Fado, keşifler döneminde gerçekleşen uzun deniz yolculuklarına gidip de dönmeyen denizciler için söylenen bir tür ağıt aslında. Alfama sokaklarında Portekizli kadınların başlattığı bu ağıtlar Fado kültürünü oluşturmuş ve önce şehre sonra da tüm ülkeye yayılarak günümüze kadar ulaşmış. Portekiz’e 36 yıl boyunca başkanlık yapan diktatör Salazar, ülkeyi çok bilinen (ama yanlış olarak İspanyol diktatör Franco’ya atfedilen) 3F stratejisiyle yönetirken F’lerden biri de Fadoymuş… (Diğer ikisi ise Futbol ve Hristiyanlığın önemli bir hac merkezi kabul edilen Fatima kasabası). Blues müziğe benzeyen Fado ile ilgili daha detaylı ve derin bilgilere ulaşmak için katedralin hemen yakınında bulunan Fado Müzesi‘ni ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum. Yine kentte birçok mekanda akşamları gerçekleşen Fado dinletilerine katılarak bu müziği ve kültürü yaşayarak da deneyimleyebilirsiniz.
Ticaret Meydanı & Rua Agusta
Katedralin biraz aşağısında Lizbon’un en popüler ve tarihi meydanlarından biri olan Ticaret Meydanı (Praça do Comercio) yer alıyor. 36000 metrekarelik büyüklüğü ile Avrupa’nın en büyük meydanlarından biri olan Ticaret Meydanı, Lizbon tarihinin en önemli olaylarına da tanıklık etmiş: Keşifler döneminde denizcilerin uzak ülkelerden getirdiği ganimetlerin satılması (ki adı da buradan geliyor olmalı), 1755 yılındaki büyük Lizbon depremi sonrası yaşanan büyük yangın ve sel felaketi, 1908 yılında Kral Carlos ve oğlunun suikata uğrayıp ölmesi, 1974 yılında Salazar diktatörlüğüne son vermek için halkın toplanması ve sonrasında gerçekleşen Kadife Devrim…

1755 depremi öncesi Portekiz Kraliyet Sarayı hemen meydanın arkasında yer alıyormuş. Depremde saray yıkılıp meydan da çok zarar görünce, hemen hemen tüm şehir gibi Ticaret Meydanı da tekrar yapılmış. Uzunca bir dönem meydanı çevreleyen binalar pembe renkliyken, 1910 yılından itibaren günümüzdeki sarı rengini almış. Açıkçası bu renk meydana ayrı bir güzellik ve orjinallik katmış.

Meydanın Tejo nehrine açılan kısmında, keşif ve ticaret gemilerinin uğrak noktası olan bir de iskele yer alıyormuş. Büyük deprem her şeyi olduğu gibi bu iskeleyi de yıkmış. İskeleden kalan sütunlar o günlerin izini günümüze kadar taşıyor. Burası sokak müzisyenlerini dinlerken gün batımını izlemek için ideal bir yer. Ziyaretinizi gün batımına denk gelecek şekilde ayarlarsanız, buranın keyfini daha da farklı şekilde çıkarabilirsiniz.

Meydanın diğer ucunda, şehrin en canlı caddesi Rua Augusta’ya açılan bir kapı niteliğindeki Zafer Takı (Arco do Rua Augusta) bulunuyor. Deprem sonrası inşa edilen bu yapının üstünde ünlü kaşif Vasco de Gama ve büyük deprem sonrası Lizbon’u yeniden inşa eden devlet adamı Marques de Pombal gibi önemli şahsiyetlerin yaşamından kesitlere yer verilmiş.

Rua Augusta şehrin iki önemli meydanında (Praça do Comercio ve Praça Dom Pedro IV) başlayıp bitiyor. Mağazalar, kafeler, restorantlarla dolu trafiğe kapalı bu cadde ve çevresindeki sokaklar her daim kalabalık. Hem Rua Augusta’yı hem de Ticaret Meydanı’nı gece ve gündüz olarak ayrı ayrı gezip gördük. İkisinin de canlılığından ve çekiciliğinden bir şey kaybetmediğini test ettik, onayladık 🙂
Pink Street & Ascensor da Bica
Ticaret Meydanı’nın biraz ilerisindeki en az Rua Augusta kadar ünü bulunan bir diğer sokağa doğru ilerliyoruz. Lizbon’un Red Light’ı olarak anılan sokağı Rua Nova do Carvalho, nam-ı diğer Pink Street, Lizbon’un gece hayatının merkezi konumunda. Bu sokak tarih boyunca denizcilerin uğrak yeri olmuş, onlara uzun seyahatler sonrası içki, kumar ve eğlence imkanları sunmuş. Sokağın kalbinde yer alan Pensao Amor isimli bar, eskiden bir genelevmiş. Günümüzde sokağın en popüler eğlence mekanı. Merak etmeyin mekanda eski alışkanlıklar devam etmiyor, gidip normal bir şekilde eğlenebilirsiniz 🙂

Pink Street’in hemen yakınında yer alan Time Out Market, Lizbon’un mutlaka görülmesi gereken yerlerinden biri. Burası çok çeşitli mutfaklardan küçük restorant, pastane ve kafelerin yer aldığı, keyifle yemek yiyip bir şeyler içebileceğiniz modern bir sosyalleşme ortamı. Burada vakit geçirirken kendinizi turist gibi değil de, bir Lizbonlu gibi hissediyorsunuz. Biz bir öğle yemeğimizi burada yedik ve çok keyif aldık. Pink Street’e yapacağınız ziyaret öncesi veya sonrası buraya uğramanızı öneriyorum.

Time Out Market’in iki sokak arkasındaki Rua de Sao Paolo üzerinde, şehrin tarihi finiküler hatlarından Ascensor da Bica‘nın başlangıç durağı yer alıyor. Ascensor da Bica finiküler hattı, nehir seviyesindeki alçak mahalleleri daha yukarıdaki mahallelere bağlamak için 19.yüzyılın sonlarında kurulmuş. Lizbon’la özdeşleşmiş sarı rengi ile vagonu gördüğümüzde aklımıza hemen Galata ve Tünel hattı geliyor…

Vagona binmek de keyifli olabilir elbette ama bu sokaklarda yürümek bize daha cazip geliyor. Ascensor da Bica’nın başlangıç istasyonundan yukarıya, Luis de Camoes Meydanı’na doğru sokaktan sokağa geçerek yürüyoruz. Sokaklar arasında yürüdükçe de kendimizi Cihangir, Karaköy veya Galata’ymış gibi hissediyoruz. Bu şehir gerçekten İstanbul’a çok benziyor 🙂

Luis de Camoes Meydanı
Tramvay hatlarının ve toplu ulaşımın kesişim noktası olan Luis de Camoes Meydanı (Praça Luis de Comoes), kentin en işlek ve hareketli meydanlarından biri. Meydana ortasındaki heykeli ile beraber ismini veren Luis de Camoes, Rönesans döneminin önemli figürlerinden biri. Vasco de Gama’ya Lizbon’dan Kalküta’ya yaptığı yolculukta yol arkadaşlığı da yapan Camoes, bu yolculuğu kitabı Lusiadas’ta anlatmış.

Meydanın diğer tarafında, heykelin karşı köşesinde Igreja do Loreto ve Nossa Senhora da Encarnaçao Kiliseleri yer alıyor. Bu kiliselerin arasından ilerleyip Rua Garrett Sokağı’na varınca karşımıza Lizbon’un en ünlü kafesi “A Brasileira” solumuzda beliriyor. Bu kafe ününü, müdavimi olan usta yazar Fernanda Pessoa’dan alıyor. Kafenin önünde Pessoa’ya ayrılan ebedi masada heykeli ile yan yana oturup fotoğraf çektirmek bir ritüel haline gelmiş ki biz de bu ritüeli saygıyla uyguluyoruz. Yaşadığı dönemde değeri anlaşılmayan ve bilinmeyen birçok yazar var. Pessoa da bunun en uç noktalarından biri, çünkü kitapları ve yazdıkları ölümünden sonra bulunup okuyucularla buluşabildi. Yaşarken “Huzursuzluğun Kitabı”nı yazdı, umarım şimdi huzur içinde uyuyordur…

A Brasileira’da Pessoa’nın anısına bir kahve içmeden geçmek olmaz. Kahvenin yanında da Portekiz’e özgü creme brulee tatlısının tadına bakıyoruz. Açıkçası oldukça şekerli bir tatlı ama bir kere denemekten zarar gelmez. Ne de olsa her tatlının her fırsatta tadacağınız leziz “nata” gibi olmasını beklememek lazım 🙂

Carmo Manastırı-Arkeoloji Müzesi
Rua Garrett Sokağı’ndan biraz aşağıya doğru ilerlediğimizde Carmo Manastırı‘na ulaşıyoruz. Geçmişi Orta Çağ’a uzanan ve Rahibe Manastırı olarak kurulan bu yapı, şehirdeki hemen hemen tüm yapılar gibi 1755 yılındaki depremde hasar almış. Gotik mimariye sahip yapının depremde tamamen yıkılmamış ayakta olan kısmı oldukça özgün bir görünüm yaratmış.

Carmo Manastırı, günümüzde Arkeoloji Müzesi olarak hizmet veriyor. Manastırın apsis şapelleri sergi salonu olarak kullanılıyor ve içerisinde birçok heykel, lahit mezar, seramik eser bulunuyor. Görkemli lahit mezarlardan bazıları eski Portekiz Kralları’na ait ve bunlar gerçek bir sanat eseri. Bir apsiste sergilenen insan mumyaları da gece rüyanıza girebilecek kadar korkutucu görünüme sahip…


Bairro Alto
Sırada, Lizbon’un akşamlarının kalbinin attığı yer Bairro Alto var. Gündüz gezerken oldukça sakin görüntüsüyle pek de renk vermeyen bu mahalle, akşamları çok renkli bir yere dönüşüyor. Kendinizi İstiklal’in arka sokaklarında veya Cihangir’de gibi hissediyorsunuz. Birbirine tıpa tıp benzeyen sokaklar, eski ama şirin apartmanlar, pencerelerden sarkan çamaşırlarıyla küçük balkonlar arasında gezip Bairro Alto’nun tadına varıyoruz.

Mahallenin merkezinde şehrin önemli yapılarından biri bulunuyor. Igreja de Sao Roque de bir yönüyle Bairro Alto gibi çift kimlikli. Dışı son derece sade, ama içine girdiğinizde çok süslü ve ihtişamlı. 16.yüzyılda inşa edilen kilisenin altın kaplamaları, ince işçliği ve tavan gravürleri görülmeye değer. Bairro Alto’ya gelmişken bu kiliseyi görmeden gitmeyin.



Lizbon’un en yüksek mahallesi olan “Bairro Alto” da zaten “Yüksek Mahalle” anlamına geliyor. Ve bu mahalleden merkeze, Dom Pedro IV Meydanı’na doğru iki farklı şekilde inilebiliyor. İlki Sao Jorge Kalesi ve şehre ait güzel manzaralar sunan merdivenleriyle (Calçada do Doque); ikincisi ise şehrin simgelerinde olan Santa Justa Asansörü‘yle (Elevador de Santa Justa). Çıkarken asansörü inerken merdivenleri tercih edebilir, ikisini de ayrı ayrı tecrübe edebilirsiniz. Sadece asansörün ücretli ve yoğun saatlerde çok fazla sıra beklemeye müsait olduğunu unutmayın.

Yeri gelmişken Bairro Alto ile Dom Pedro IV Meydanı arasında yer alan; Carmo Manastırı, Rua Augusta ve Santa Justa Asansörüne yürüme mesafesindeki otelimizden de biraz bahsedeyim. Art Inn Lisbon, mükemmel konumuna ek olarak, adından da ipucu verdiği üzere sanat konsepti ile de bizi çok etkiledi. Odaları Lizbon ve Portekizli sanatçılara adanmış ve iç tasarımı buna uygun şekilde tasarlanmış. Örnek olarak bizim odamız Fernando Pessoa konseptindeydi ki itiraf etmeliyim bu hoş sürpriz beni benden aldı 🙂 Otelde 1755 depreminin detaylı anlatımını bulabileceğiniz bir salon ve terasa sizi çıkartan 2 kişilik çok özgün bir asansör de bulunuyor. Terastaki restorant-bar, sunduğu Lizbon manzarasıyla, gayet keyifle zaman geçirebileceğiniz bir mekan. Buraya gelmek için otel müşterisi olmanız da gerekmiyor, sırf yemek için de gelinebilir. Sonuç olarak biz Art Inn Lisbon’dan çok memnun kaldık, oteli sonuna kadar da tavsiye ederiz…


Belem
Lizbon ve Portekiz tarihi açısından önemli bir yere sahip olan Belem, asıl şehir merkezinin batısında, Tejo Nehri’nin okyanusa açıldığı kısımda yer alıyor. Portekiz’in “Altın Çağı” olarak nitelendirilen Keşifler Çağı’na dair önemli izler bulabileceğiniz Belem’e, Dom Pedro IV Meydanı veya Ticaret Meydanı’ndan binebileceğiniz 15 nolu tramvay yada otobüslerle gidebilirsiniz. Ancak sizin gibi birçok kişi de toplu ulaşımı tercih edeceğinden, yaklaşık yarım saat süren kalabalık bir yolculuğa kendinizi hazırlamanızda fayda var. Belem’de göreceğiniz yerler rahatlıkla 1 tam gününüzü alacaktır, ancak Jeronimos Manastırı ve Belem Kulesi Pazartesi günleri açık olmuyor. Planınızı buna göre yapmanızda fayda var.
Jeronimos Manastırı
Belem’e gelince Jeronimos Manastırı‘nın hemen karşısındaki durakta 15 nolu tramvaydan iniyoruz. Manastır tüm ihtişamı ile karşımızda duruyor, tabii uzunca bir giriş kuyruğu ile birlikte. Neyse ki sıra beklerken manastırın güzelliğini uzun uzun izleme fırsatımız oluyor, sıra da çabucak bitiyor.

Yapımına 1495 yılında başlanan ve 150 yıl gibi bir sürede tamamlanan Jeronimos Manastırı’nın finansmanı baharat ticareti ile sağlanmış. Gotik ve rönesans tipi mimariye sahip manastırın cephesi 300 metre uzunluğunda. Vasco da Gama’nın Hindistan seferlerinden getirdiği beyaz kum taşları manastırın güzelliğine güzellik katmış. Jeronimos Manastırı, Unesco Dünya Miras Listesi’ndeki kültürel miraslardan biri konumunda ve bunu kesinlikle hak ediyor.

Manastırın içine girince beyaz taşlar ve üzerindeki muhteşem işçilik nefesimizi kesiyor. İnce sütunlar, zarif kemerler ve ortadaki şirin avlu gerçekten görülmeye değer. Her baktığımız yerde ayrı bir detay saklı. Büyük bir salonda Portekiz’e özgü en güzel seramik örneklerini görme şansı buluyoruz. Ve bir köşede Fernando Pessoa’nın anıt mezarı karşımıza çıkıyor, büyük usta da burada uyuyor…


Manastırın inşasına hemen bitişiğinde yer alan Santa Maria Kilisesi‘nden başlanmış. Vasco da Gama deniz seferlerine çıkmadan önce ve seferlerden döndükten sonra bu kilisede dua edermiş. Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a ulaşan ilk kaşif olan Vasco da Gama, yaptığı bir çok sefer sonrası Hindistan’da ölüyor. Daha sonra vücudu gemide korunarak Portekiz’e getirilmiş. Bu büyük kaşifin mezarını kilisede görebilirsiniz. Karşısında bir mezar daha bulunuyor ve onun da yukarıda adından bahsettiğimiz yol arkadaşı Luis Comoes’e ait olduğu düşünülüyor.


Manastırın bulunduğu alan tam bir müzeler kompleksi. Manastıra bitişik şekilde Museu Nacional de Arqueologia (Arkeoloji Müzesi), hemen yanında da Lizbon’un en ünlü ve özgün müzelerinden biri olan Museu da Marinha (Denizcilik Müzesi) bulunuyor. Denizcilik Müzesi’nin karşısında Museu da Marinha – Secção dos Bergantins, arka kısmında ise Planetarium, manastırın önündeki caddenin karşısında da Museu Coleção Berardo (Çağdaş Sanatlar Müzesi) yer alıyor. Bunlardan Museu da Marinha’yı (Denizcilik Müzesi) tercih edebilirsiniz. Denizcilik meraklısı olmayanlar için bile çok etkileyici olan bu müze türünün dünyadaki en iyilerinden biri olarak kabul ediliyor.

Kaşifler Anıtı (Padrao Dos Descombrimentos)
Manastırdan Tejo Nehri’ne doğru 5 dakika kadar yürüdüğümüzde nehrin hemen kıyısındaki Kaşifler Anıtı’nı (Padrao Dos Descombrimentos) görüyoruz. Anıtın yanına ulaştığımızda ise yerdeki büyük dünya haritası dikkatimizi çekiyor. 1960 yılında Gemici Henri’nin 500.ölüm yıl dönümü anısına yaptırılan anıt, 52 metre yüksekliğinde ve bir yelkenli gemi şeklinde tasarlanmış. Gemici Henri, aslında hiç denize açılmamış. Bu ünvan ona, Portekiz’in ilk Denizcilik Okulu’nun kurucusu olması ve 15.yüzyılda Batı Afrika kıyılarını keşfe çıkan gemicilere sağladığı destek nedeniyle verilmiş. Tabii bu keşifler diğer büyük keşiflerin de önünü açtığı için kendisi de kaşiflerin öncüsü kabul ediliyor.

Anıtın üzerinde en önde heykeli yer alan Gemici Henri’nin arkasında Kral 5.Alfonso, Afrika kaşifleri Diogo Cao ve Diogo Gomes, Brezilya kıyılarını keşfeden Pedro Alvares Cabral, Ümit Burnu’nu dönen ilk denizci Bartolomeu Dias, Vasco da Gama ve dünyanın çevresini dolaşıp gelen ilk denizci Magellan gibi büyük kaşiflerin heykelleri yer alıyor. Düşününce bu keşiflerin her biri insanlık tarihi için apayrı öneme sahip mihenk taşları oluşturmuşlar. Ama yaptıkları keşifler sonrası o ülkelerin yerli halklarının yaşadığı kıyımı ve eziyeti düşününce, bu kaşiflerin merak, cesaret ve azimlerinin büyüklüğüne azımsanmayacak bir gölge de düşmüyor değil aklımızda…

Kaşifler Anıtı’nda nehir kıyısına oturup bir süre karşı kıyıyı seyrediyoruz. İki yakayı birbirine bağlayan 25 Nisan Köprüsü ve hemen arkasındaki Cristo Rei (İsa Heykeli) hemen karşımızda duruyor. 100 metre yüksekliğinde ve 3km uzunluğunda olan 25 Nisan Köprüsü, Salazar döneminde 1966 yılında yapılmış. Daha aşağıda kalan Vasco da Gama Köprüsü ile beraber Tejo Nehri üzerinde kurulan iki köprüden biri.

Lizbon, İstanbul’a benzese de bana göre en önemli farklarından biri Lizbon’un sadece bir yakası gelişmiş bir merkeze sahip olması. Nehrin diğer yakası çok fazla bir şey vaad etmiyor. Karşıdaki en önemli yapı İsa Heykeli, o da bizi yakınına gidip görecek kadar cezbetmiyor. Çünkü bu heykel Rio de Janerio’daki İsa Heykeli’nin bir kopyası. Orjinalini gidip orada görmeyi tercih ediyoruz. Karşı yakanın en büyük esprilerinden biri okyanus kıyısındaki plajları. Yazın muhtemelen çok sayıda Lizbonlu deniz keyfi için oraya akıyor.
Belem Kulesi
Kaşifler Anıtı’nın biraz ilerisindeki şehrin en büyük sembollerinden biri olan Belem Kulesi‘ne doğru yürüyoruz. Kuleye yaklaştıkça kalabalık artıyor ve kuleyi gördüğümüzde karşımızda sanki Kız Kulesi’nin kardeşi duruyormuş gibi hissediyoruz 🙂

500 yıllık bir geçmişe sahip olan Belem Kulesi, denizcilerin sefere çıktığı ve seferden döndüğü simgesel bir noktaymış. Rivayete göre sefere çıkan gemi kaptanları nereye gideceklerini bilmezler, mühürlü pusulaları ancak okyanusa çıktıktan sonra açabilirlermiş.

Aslında zamanında tam kıyıya inşa edilen kule, 1755 yılındaki depremde denizin içine kaymış. Kız Kulesi’ne benzetmemizin en büyük sebebi olan suyun içinde olmasını da maalesef deprem sağlamış. Belem Kulesi de Unesco Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor.

Kuleye girince avlusundan denizi seyrediyor, daracık merdivenlerden yukarı katlara çıkıyor ve geziyoruz. Şehirdeki birçok yapının tersine Belem Kulesi’nin dış görüntüsü içinden daha güzel. Kuleden çıkınca bir süre daha dışarıdan seyretmek istiyoruz. Önündeki basamaklara oturup bir süre kuleyi ve güzel manzarayı seyretmek ruhumuzu okşuyor…

Kuleden ayrılıp şehir merkezine giden tramvaya binmek için Jeronimos Manastırı’na doğru geri dönüyoruz. Ama tramvaya binmeden yapmak istediğimiz bir şey daha var. Durağın hemen karşısında yer alan Antiga Pastelaria de Belem, “nata” olarak bilinen enfes tatlının doğduğu yer. Ama natanın orjinal adı “Pastais de Belem” ve bu adı başka hiçbir pastacı kullanamıyor. Günümüzde Pastais de Belem’in formülünü bilen bir elin parmakları geçmeyecek sayıda insan varmış. Ve her sabah bu kişiler gelip bu lezzetli küçük pastayı yapıyorlarmış. Bu pastanenin hiçbir bayisi bulunmuyor. Önünde her zaman uzun kuyruklar bulunsa da, burada kahve ve “Pastais de Belem” keyfi yapmadan Belem’den ve de Lizbon’dan ayrılmamak gerek. Ya da tekrar Lizbon’a gelmek için daha iyi bahane aramaya gerek yok, “Pastais de Belem” bizi bu kente elbet bir zaman buluşmak üzere çekecektir…
Gezi Tarihi: Ocak 2023
Kitap Önerisi: Huzursuzluğun Kitabı – Fernando Pessoa, Lizbon Kuşatmasının Tarihi – Jose Saramago





















































































Son yorumlar