Brüksel & Brugge
Günlerin uzadığı, hava sıcaklarının artmaya başladığı bir ilkbahar mevsiminde Belçika’nın başkenti Brüksel’deyiz. Flamanların ve Valonların bu küçük ama güzel ülkesi yüzyıllar boyunca başta Almanlar ve Fransızlar tarafından defalarca işgal edilse de kimliğini korumayı başarmış. Günümüzde Brüksel, belki tarafsızlığının ve kozmolitliğinin de payıyla, sadece Belçika’nın değil bir anlamda Avrupa Birliği ve NATO’nun da başkenti diyebiliriz. Siyaseti bir kenara bırakırsak Belçika ve Brüksel daha birçok şeyin başkenti; çikolatanın, çizgi romanın, biranın, patatesin ve bisikletin…
Grand Place
Brüksel’i gezmeye başlamak için en güzel yer Grand Place hiç kuşkusuz. Biz de hemen kentin tarihi merkezi olan bu meydanda alıyoruz soluğu. Arnavut kaldırımlı otantik sokaklarda yürüyüp bu etkileyici meydana ulaştığımızda, tarihi ve estetik binalarla çevrelenen Grand Place’ta adeta büyüleniyoruz…

Dört bir yanı taş işçiliğinin ve mimari en güzel örnekleriyle dolu bu meydan abartısız dünyanın en güzel meydanlarından biri, belki de birincisi. Flamanca adı “Grote Markt” olan bu meydan, aslında şehrin pazar yeri ve ticaret merkezi olarak kurulmuş. 15.yüzyılda meydana görkemli Belediye Sarayı (Hotel de Ville) eklenmiş. Şehrin yaşadığı işgaller ve savaşlarda defalarca kez tahrip olan bu bina son olarak 1990’lı yılların sonunda tadilat görmüş ve şu an tüm ihtişamı ile meydanın kudretli koruyucusu gibi dimdik yükseliyor…


Belediye Sarayı’nın içine girilip gezilebiliyor. Küçük iç avlusunda kalabalıktan uzakta, tarihi atmosferi yaşamak iyi geliyor. Sarayın yanındaki sokaklardan ilerlerken duvardaki görsellere dikkat etmeyi unutmayın. Brüksel’deyken meydan ve çevresinden defalarca kez geçtik, ve her defasında daha önce fark etmediğimiz birçok detay gördük. Dolayısıyla Grand Place ve çevresindeyken “Buraları nasıl olsa gördük” diye düşünmeden gözlerinizi dört açarak gezmenizi özellikle tavsiye ediyorum.


Belediye Sarayı’nın hemen karşısında meydanın bir diğer görkemli binası Brüksel Şehir Müzesi (Maison du Roi) binası bulunuyor. “Kralın Evi” anlamına gelen Maison du Roi 16.yüzyılda meydana eklenmiş. Gotik mimarinin harika bir ürünü olan bu bina günümüzde şehrin tarihini yakından inceleyip keşfedebileceğiniz sergilere ev sahipliği yapıyor. Şehir Müzesi’nde Belediye Sarayı’ndan bazı orjinal heykeller ile Bruegel ve Rubens gibi ustalara ait resimleri görmek mümkün. Ancak müzenin en ilginç koleksiyonun şehrin simgesi diyebileceğimiz “Manneken Pis” heykeline giydirilen kostümlerin koleksiyonu olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Heykelin gizemine gelirsek, detaylarını aşağıda paylaşacağım 🙂

Belediye Sarayı ve Maison du Roi, Grand Place’in en görkemli ve özel iki yapısı olsa da meydanı çevreleyen diğer binaların tamamlayıcı güzellikleri bu meydanı daha da özel kılıyor. Genel olarak düklerin ve esnaf loncalarının evleri olarak bilinen bu tarihi yapıların hepsinde altın kaplamalı süs veya heykeller bulunuyor. Tüm bu binalar ve meydan 1695 yılında Fransız bombardımanı sonrası çok ağır hasar alsa da daha sonra asıllarına uygun olarak tekrar inşa edilmiş.

Tüm bu binaların üzerinde inşa edildiği tarihler görülebiliyor. Ayrıca her bir binanın üzerindeki simgelerin (El arabası, kuğu, altın sandal, yıldız vb.) ait olduğu lonca veya aileleri gösteren farklı anlamları var, bunları bulmak ve detaylıca incelemek ayrı bir keyif oluyor. Meydandaki bu evlerden bazıları tarihteki ünlü şahsiyetlere de ev sahipliği yapmış. Maison du Roi’nin sağında yer alan üç tarihi evden ortadaki Victor Hugo’yu, Belediye Sarayı’nın yanındaki 9 numaralı Le Cygne de Belçika’ya sığındıklarında Karl Marx ve Frederich Engels’i ağırlamış. Hatta Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’yu bu evde sonuçlandırdıkları düşünülüyor.

Meydanda nereye bakacağını şaşırıyor insan. Her bir binaya, Belediye Sarayı’na ve Maison du Roi’ye, kulelere, üzerlerindeki heykellere, her bir süslemeye dönüp dönüp tekrar bakıyoruz. Sadece meydan değil, meydanın çevresindeki sokaklarda da ayrı bir dünya gizli. Özellikle çılgın kalabalıklar akın etmeden önce, sabahın erken saatlerinde bu otantik sokaklarda yürümek ve Grand Place’i en az bir kez de böyle görmek gerek…
(Bir not; bu eşsiz meydanın en güzel zamanlarını görmek için Mart veya Ekim aylarında, çiçek pazarına ev sahipliği yaptığı festival dönemlerinde gelmelisiniz.)

Sokaklarda Belçika’ya özgü her şey fazlasıyla var. Patates ve midye ürünlerinin başı çektiği restorantlar, biranın binbir çeşitiyle barlar ve publar, çikolatacı ve wafflecılar her yerde. Bunların dışında ilginç ürün ve görselleriyle farklı dükkanlar ve mağazalar da mevcut. Bir süre varılacak yer ve yön kaygısı duymadan bu güzel sokakların akışına bırakıyoruz kendimizi…


Grand Place yakınında güzel mimarisiyle dikkatimizi çeken Bourse de Bruxelles’in (Borsa Binası) önündeki bir görsel daha da fazla dikkatimizi çekiyor. Suriye’den Avrupa’ya göçmen yolu üzerindeki ülkemiz ve diğerleri bir karikatürle resmedilmiş. Muzdarip olduğumuz durumun neticesinde algıda seçicilik mi bu yaşadığımız bilemiyoruz ama keyfimiz de bir süreliğine kaçıyor…


Manneken-Pis
Brüksel’in belki Grand Place kadar ünlü bir başka simgesi, meydanın ve görkemli büyük binaların tam tersine küçük bir heykel: Manneken-Pis. Meydanın biraz aşağısında, tarihi iki sokağın (Rue de l’Etuve ve Rue de Chene) kesişim noktasında yer alan “işeyen erkek çocuk” heykelinin önü her daim kalabalık.


Biz heykeli iki farklı gün ziyaret edip çıplak olarak ve 800 kadar olduğu söylenen kostümlerinden biri üzerindeyken görme fırsatı bulduk. Bu masum çocuk heykeli, tarihte 3 kez çalınmış. Hatta sonuncusunda tamamen parçalanmış, bu nedenle bu gördüğümüz aslına uygun yapılan bir kopya aslında. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan bilemiyorum ama heykelin ortalama bir Brükselli’nin davranışını sergilediği söyleniyor. Yani eskiden beri sokaklara işemek olağan bir davranış mı, yoksa bu heykelin de verdiği bir özgürlük anlayışıyla Brükselliler bu davranışı mazur mu görür olmuşlar bilinmez. Bildiğim kesin olan şeyse Brüksel sokakları buram buram sidik kokuyor maalesef.


Heykelin hemen yakınında iki güzel mekan var. İlki, Moeder Babelutte, Brüksel’deyken mutlaka tadılacaklar listesinde yer alan “waffle”ların en güzel örneklerini bulabileceğiniz küçük bir dükkan. Buradan onlarca çeşit arasından wafflenızı alabilir, oturmak için de heykelin hemen karşı köşesindeki Manneken Pis Cafe‘ye geçebilirsiniz. Waffle’ın yanında bir şeyler içerken Manneken Pis’in hareketli ortamını bir süre yaşayabilir ve gözlemleyebilirsiniz.

Brükselliler “sokağa çiş yapma” davranışını sadece erkek çocukların tekelinde bırakmak istemediklerinden olacak, Manneken Pis’in kız çocuğu versiyonu olan Jeanneke-Pis heykelini de şehrin bir köşesine kondurmuşlar 🙂 Bu heykel Manneken Pis kadar ünlü olmasa da bence en az onun kadar güzel. Konum olarak ise Manneken Pis’in bulunduğu noktadan uzakta Grand Place’in diğer tarafında, Maison du Roi’nin arkasındaki sokaklarından birinde bulunuyor.
(Bir not; son olarak erkek çocuk ve kız çocuk heykellerine bir de “işeyen köpek” heykeli eklenmiş 🙂 Zinneke Pis adındaki bu heykel de Grand Place’e yakın bir konumda bulunuyor, üçlemeyi tamamlamak isterseniz onu da gidip görebilirsiniz.)

Chocalate Museum
Manneken-Pis’in olduğu sokaklarda onlarca çikolata dükkanı var. Brüksel’de buna şaşmaya gerek yok elbette ama bu sokakta sayının görece biraz daha çok olması Chocolate Museum‘un (Choco-Story Brussels) burada olmasından kaynaklanıyor.

Brüsel’e gelmişken çikolataya dair bir müze görmeden olmaz diyerek içeriye atıyoruz kendimizi. Müzede kakaonun nasıl yetiştirildiği, çikolatanın insan eliyle nasıl yapıldığı, çikolata hazırlanırken kullanılan alet ve yöntemler detaylı olarak anlatılıyor.

Açıkçası bu gördüğümüz ilk çikolata müzesi değil, daha önce Zürih’te Lindt’e ait bir müzeyi gezme fırsatı bulmuştuk. (bkz: Lindt Home of Chocolate) İki müze de güzel ama buraları gezerken bir burukluk hissediyor insan. Afrika ve Güney Amerika’nın fakir insanlarının işçiliği ile Avrupa’nın teknolojik fabrikalarına getirilen kakaonun yetiştirildiği topraklara faydası yok denecek kadar az ne yazık ki. Çocukluğumuzdan beri çok sevdiğimiz çikolatanın bile “masum” olmadığını fark etmek en çok acı veren belki de…

Müzede bitter, beyaz ve sütlü çikolatanın farklarını anlatan istasyonlar ve tabii ki herhalde herkes için en güzel kısım olan tadım makinelerinin olduğu standlar da bulunuyor. Bunun dışında Kraliyet ailesinin özel günleri için üretilmiş nostaljik çikolatalar, özel tasarımlar görülebiliyor. Son olarak müzenin etkileyici mağazasını ziyaret edip ayrılıyoruz. Sırada yine çikolatanın başrolde olduğu tarihi bir merkez var.


Galeries Royales St.Hubert
Grand Place’e geri dönüp Maison du Roi’nin hemen arkasında yer alan Galeries Royales St.Hubert‘e giriyoruz. 1847 yılında inşası tamamlanan bu yapı, Avrupa’nın ilk alışveriş çarşılarından biriymiş. Genel olarak çikolata markalarının mağazalarının bulunduğu bu etkileyici çarşıda, restorantlar, giysi mağazaları ve hediyelik eşya dükkanları da bulunuyor.

Camdan yapılmış tavanı sayesinde iç açıcı bir atmosfere sahip Galeries Royales St.Hubert, üç ayrı kemerle birbirine bağlanmış durumda. Buradaki Neuhaus, Leonidas ve Godiva gibi çikolata markalarının dükkanlarını ziyaret etmekte fayda var. Klasik çikolatalardan Manneken-Pis başta olmak üzere yaratıcı çikolata heykelleri, boya kalemleri, oyun konsolu, farklı insan ve hayvan figürleri şeklindeki çikolatalar görülecekler arasında…

Galerie Horta – Brussels COMICS Figurines Museum
Galeries Royales St.Hubert’ten çıkınca küçük ve şirin bir meydanda buluyoruz kendimizi. Agoraplein adındaki bu meydan kentin tarihi meydanlarından biri ve Grassmarkt (çiçek pazarı) bu meydanda bulunuyor. Kafe, restorant, bar ve publarla dolu bu meydan Brüksel’in atmosferini yaşamak için güzel yerlerden biri.

Meydanın bir köşesinde kentin en özel müzelerinden ikisi bulunuyor; Galerie Horta ve Brussels COMICS Figurines Museum. Galerie Horta, Art Nouveau’nun kurucularından ünlü tasarımcı ve mimar Victor Horta’ya ait ev ve stüdyonun müzeleştirilmesi ile ortaya çıkmış. 1969 yılında halka açılan Galerie Horta’da Art Nouveau tarzına ait dizaynlar, çalışmalar ve eserlerin yanı sıra özel sergiler görülebiliyor.

Galerie Horta’nın hemen yanındaki Brussels COMICS Figurines Museum, bir diğer özel müze ve insanı çocukluğuna götürüyor. Müzede, Şirinler, Red Kit, Ten Ten, Asteriks gibi Belçikalı sanatçıların ürünü olan çizgi filmler ve kahramanlarına dair bir yolculuğa çıkıyoruz.

Sanatçı Peyo tarafından yaratılan Şirinler çizgi romanlarda yerini ilk aldığında takvimler 1958 yılını gösteriyormuş. Asteriks ise ilk kez 1959 yılında bir Fransız-Belçikalı dergide yayınlanmış. Yaratıcıları Fransız da olsa Belçikalılar da bu nedenle sahip çıkıyor ve sanırım bu halen bir tartışma konusu 🙂


Vitrinlerde sergilenen irili ufaklı figürlere dokunmak istiyor insan, hepsi o kadar güzel ki… Müzede ayrıca çizgi film teknolojisinin nasıl geliştiğini ve film makineleri ile ilgili detayları öğrenme fırsatı buluyoruz.

Müzenin baş kahramanı Tenten, sadece Belçika’nın değil çizgi roman-film dünyası için de önemli bir mihenk taşı konumunda. Tenten karakteri sanatçı Herge tarafından neredeyse 100 yıl önce, 1929’da yaratılmış ve piyasaya sunulmuş. Tabii Tenten’le beraber onun dostları da bir bir ortaya çıkmış.


Ayrı bir parantez de bizim bildiğimiz adıyla Red Kit’e, orjinal ismiyle Lucky Luke’a açmak lazım. Lucky Luke karakteri 1946 yılında sanatçı Morris tarafından çizgi romanlarda yayınlanmaya başlamış. Daltonlarla olan maceralarını ülkemizde de büyük bir merakla izlediğimiz Lucky Luke ismi, Türkiye’de yayınlanırken tamamen bir tesadüf sonucu, amaçsız bir şekilde Red Kit’e dönüşmüş. Orjinal ismi “Jolly Jumper” olan Düldül ve “Rantanplan” olan Rin Tin Tin için daha güzel isimler verilemezdi diye düşünüyorum 🙂
Mont des Artes
“Sanatların Tepesi” anlamındaki Mont des Artes adından anlaşılacağı üzere şehre hakim bir konumda ve çevresinde Brüksel’in önemli sanat müzeleri ve binaları bulunuyor. Bu tepeyi güzelleştiren ise meydanın ortasındaki rengarenk çiçeklerle süslü bahçeler…

Eski çağlarda Yahudilere ait bir yerleşim olan Mont des Artes’ın bulunduğu bölgeyi ilk kez Kral II.Leopold 19. yüzyılın sonlarında bir öğrenme ve kültür bölgesine çevirmeye niyet etmiş. Kendisine kısmet olmayan bu niyetin gerçeğe dönüşmesi ise ancak II.Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olabilmiş. Günümüzde, Mont des Artes’da yer alan önemli müze ve binalar Royal Library of Belgium, Galerie Ravenstein, Magritte Museum, KBR Museum ve Fine Arts Museum olarak özetlenebilir.

Bahçelerden yukarı doğru çıkıp eski şehri yukarıdan seyretmek Brüksel’deki en özel deneyimlerden biri. Renkli bahçeler, Brüksel Belediye Sarayı’nın eşsiz kulesi ve modern binaların birbirine karışan silüetlerini doya doya seyrediyoruz. Tam bu noktada kafe Château Moderne‘de yer bulabilirseniz, bu güzel manzarayı bir şeyler yiyip içerken seyretme fırsatı yakalayabilirsiniz.


Mont des Artes’tan Place Royale’ye doğru çıkarken Brüsel’in art nouveau tarzındaki en güzel yapılarından biri Old England Department Store’u görüyoruz. 1989 yılında Paul Saintenoy tarafından dizayn edilen bina Müzik Aletleri Müzesi olarak kullanılıyor.

Place Royale & Parc de Brussels
“Kral’ın Meydanı” anlamındaki Place Royale şehrin tarihi ve güzel meydanlarından biri. Neoklasik mimariye sahip Place Royale’ın ortasında ilk haçlı seferine katılan kral Godfrey of Bouillon’un heykeli yükseliyor. Saint Jacques-sur-Coudenberg Kilisesi, Hotel de Spangen, BELvue Museum, Palace of Justice (Adalet Sarayı) gibi önemli ve tarihi yapılar meydanı çevreliyor. Meydanın arkasında da kraliyet ailesinin resmi binası olan Palais de Bruxelles bulunuyor. Ancak günümüzde kraliyet ailesi burada yaşamıyormuş, kısacası bu bina biraz sembolik bir yapı olarak duruyor.

Place Royale’nin hemen yanında Brüksel’in ikonik alanlarından biri olan Parc de Brussels bulunuyor. Geçmişi 1775 yılına kadar uzanan bu tarihi park 11 hektarlık bir alana yayılmış durumda. Şehre nefes aldıran, her daim bir kalabalığı barındıran park, kültür-sanat etkinliklerine de ev sahipliği yapıyor.

Parkın içinde yer alan Royal Park Theatre ve Vaux Hall önemli gösteri ve konserlerin düzenlendiği birer cazibe merkezi. Bunun dışında parkın içinde bir de heykel bahçesi bulunuyor ki birçoğu önemli sanat eserlerinin birer kopyası. Çünkü zamanla orjinal heykeller kirlilik ve saldırılarla yıpranınca kaldırılmış, yerlerine kopyaları konulmuş. Parkta görülebilecek heykellerden bazıları; Leda, Narcissus, Apollo, Pomona ve Lion…

Bu parkın ağaçları da koruma altında, bazıları oldukça büyük. Yeşilin her tonunu görebileceğiniz bu güzel şehir parkında geçici heykel sergileri de görülebiliyor. Bizim ziyaret ettiğimiz dönem de “Le Chat Déambule” sergisine denk geldi. Bu sevimli kedinin muzip ve eğlenceli heykelleri arasında keyifle turladık.


Colonne du Congres & St.Michael and St.Gudula Cathedral
Parktan çıkınca kuzeye doğru yaklaşık 5 dakika yürüyünce Belçika’nın milli simgelerinden Colonne du Congres‘i karşımızda buluyoruz. Belçika’nın 1830 yılında bağımsızlığını ilan ettiği Brüksel’de düzenlenen Milli Kongre sonrası, bu tarihi ölümsüzleştirmek için bir anıt inşa edilmesi kararlaştırılmış. Roma’daki Trajan Kolonu’ndan ilham alınarak Colonne du Congres, bulunduğu noktaya 1850-1859 yılları arasında yapılan çalışmalarla dikilmiş.


47 metre uzunluğundaki kolonun üst kısmında bağımsızlık sonrası ilk Belçika Kralı olan I.Leopold’ün heykeli bulunuyor. Alt kısımda ise, anayasa ile teminat altına alınan 4 özgürlüğü simgeleyen heykeller, Meçhul Asker Mezarı ve buna ithafen hiç sönmeyen bir ateş bulunuyor.
Etkileyici kolonu inceledikten sonra arkasındaki büyük boşluktan Brüksel’i yukarıdan izlemenin keyfine varıyoruz. Tam bu esnada gün batımına denk gelmek pastanın üzerindeki krema gibi oluyor…

Kolonun bulunduğu alandan ayrılıp şehir merkezine doğru aşağı iniyoruz. Yolumuzun üstünde şehrin en önemli dini yapılarından biri olan St.Michael ve St.Gudula Katedrali var. Yapı 1047 yılında bir kilise olarak kurulduğunda Başmelek Mikail’e adanmış, daha sonra kent için önemli bir azize olan Gudula’nın kutsal emanetleri buraya taşınınca kilisenin ismine onun da adı eklenmiş. Kiliseye dönem dönem eklemeler yapılmış ve giderek büyümüş. Son olarak 1962’de katedral statüsüne yükseltilmiş. Kulelerini tasarımını yapan Jan van Ruysbroeck, aynı zamanda Belediye Sarayı’nın kulesini de yapan mimarmış. Dolayısıyla kendisinin şehrin günümüzdeki silüetine bir anlamda damga vurduğunu söylemek gerek.

Kentin önemli bir diğer sanat binası konumundaki Theatre Royal de la Monnaie (Milli Opera Binası), Brüksel’in önemli meydanlarından biri olan Place de Brouckère‘e çok yakın bir konumda. En az dışı kadar, hatta ondan çok daha fazla etkileyici bir mimariye ve atmosfere sahip iç kısmını görmenizi tavsiye ederim.
Atomium
Brüksel’deki son ziyaret noktamız olan Atomium‘a ulaşmak için yola koyuluyoruz. Atomium, daha önce gezip gördüğümüz tüm yerlerin uzağında, şehir merkezinin de görece dışında kalıyor. Bu nedenle metroyu kullanarak yaklaşık yarım saatte Atomium’un bulunduğu yere ulaşıyoruz. Yeri gelmişken Brüksel metrosunda da bahsedelim. Kentteki görülecek yerler çoğunlukla eski şehir merkezinde veya çevresinde olduğu için metro kullanımına görece az ihtiyaç duyduk. Ama çoğu Avrupa kentinde olduğu gibi Brüksel de etkili bir metro ağına sahip, ve bu ağ gerektiğinde kısa mesafeler için de kullanmaya elverişli.

1958 EXPO Fuarı için inşa edilen Atomium’un aslında sadece 6 aylık bir süre için kullanılması hedefleniyormuş. Sonrasında o kadar özgün ve güzel bir eser ortaya çıkmış ki, bu yapı günümüzde de Brüksel’in en çok ziyaretçi çeken yerlerinden biri. Açıkçası bizim de dünya üzerinde gördüğümüz en şahsına münhasır ve bir o kadar da etkileyici yapılardan biri.

Tasarımcısı André Waterkeyn yaşanan çağı çok iyi sembolize edeceğini düşünerek demir atomunun kristal yapısından etkilenmiş. Ve demirin kristal yapısını 165 milyar kez büyüterek Atomium’u yaratmış. Sonuç olarak ortaya 102 metre yüksekliğinde, 18 metre çapındaki 9 kürenin birbirine 12 boru ile bağlandığı bu ikonik yapı çıkmış.

9 kürenin 6’sı ziyarete açık durumda ve bunlar boruların içinden geçen yürüyen merdivenlerle birbirine bağlanmış. Farklı görsel şov ve müzik eşliğinde küreden küreye ilerlerken nerede olduğunu unutabiliyor insan. Her kürede farklı sergiler var. Çoğunluğunda da Atomium’un tarihçesi ve EXPO 58 ile ilgili bilgilendirmeler bulunuyor.

Her küre ayrı ve özel bir manzaraya sahip. Yakın çevre başta olmak üzere güzel şehir manzaralarını izleyebiliyoruz. Atomium’un olduğu alanda Mini-Europe ve King Baudouin Stadyumu gibi önemli yerler de mevcut. Mini-Europe Avrupa şehirlerindeki önemli yapıların minyatürlerinin bulunduğu, çocuklar için farklı eğlence seçeneklerinin de yer aldığı bir tema park.


Stadyumun maalesef trajik ve çok bilinen bir hikayesi var. Hatırlatmak gerekirse, 1985 yılındaki Juventus ve Liverpool’un karşılaştığı Şampiyon Kulüpler Kupası final maçından önce Liverpoollu taraftarların çıkardığı olaylar neticesinde 39 Juventus taraftarı hayatını kaybetmişti. Bu trajik olaylar tarihte Heysel Faciası olarak yerini aldı. Stad bu faciayla anılmasın diye hemen akabinde ismi King Baudouin Stadyumu olarak değiştirildi. Bugünden o güne geri dönüp bakınca bu büyüklükteki olaylara rağmen maçın oynanması anlaşılabilir bir şey değil. Futbolcular için çok ağır duygusal bir atmosferde ve seyircisiz olarak oynanan maçı Juventus 1-0 kazanmıştı. Maçtan hemen sonra da dönemin İngiliz Başbakanı Demir Leydi Margaret Thatcher’ın da destek ve onayıyla, İngiliz kulüpleri Avrupa kupalarından 5 yıl men edilmişti.


Brugge
Belçika ve Brüksel’e gelmişken masalsı şehir Brugge’u görmeden gitmek istemiyoruz. Günübirlik bir plan yapıp trenle Brugge’a geçiyoruz. Brüksel gardan Brugge’a her yarım saatte bir tren var ve tren yolculuğu 1 saat sürüyor.
Brugge’a geldiğimizde bizi tatlı bir sürpriz karşılıyor. Avrupa’da bisiklet kültüründe başı çeken ülkelerden olan Belçika’da yerel bir bisiklet yarışına denk geliyoruz. Önümüzden uzun bir kuyruk halinde geçen bisikletlileri bir kez de yarışın bittiği şehrin tarihi merkezinde ünlü Belfort Kulesi’nin önünde göreceğiz 🙂

Gardan Merkeze
Gardan Brugge’un merkezine doğru büyülü bir yolculuğa başlıyoruz. Sokaklarda ilerlerken günümüzde değil de geçmişte, orta çağa doğru bir zaman tünelinde gibi hissediyoruz. Ki bu his Brugge’da tüm gün boyunca içimizden hiç ayrılmıyor.

Kırmızı tuğlalı bir örnek yapıların arasında ilerlerken bu şehrin estetiği karşısında gözlerimiz bayram ediyor. Bir o sokağa, bir bu sokağa girip çıkıyoruz. Sokaklar arasında ilerlerken kentin simgesi olan yapıların kuleleri de bir bir karşımıza çıkıyor.


Sint-Salvatorskathedraal & Steenstraat
Sokaklar arasından merkeze doğru süren yolculuğumuzda Brugge’un önemli yapılarından ilk olarak Sint-Salvatorskathedraal’i (St.Salvator’s Cathedral) görüyoruz. Geçmişi 10.yüzyıla kadar giden kentin ana kilisesi konumundaki bu yapı, günümüzdeki halini 19.yüzyılın ortalarında, Belçika’nın 1830’da bağımsızlığını ilan etmesinden sonra almış. Romanesk mimariye sahip katedral, Brugge’daki birçok önemli yapı gibi geçmişten günümüze çok iyi korunarak ulaşmış.

Katedralin önündeki Streenstraat, kentin en ana caddelerinden biri. Mimarisi çok iyi korunmuş yapıların sağlı sollu hizalandığı bu cadde üzerinde günümüze ait markaların mağazalarını da görmek mümkün. Ki bunlar da olmasa insan Brugge’da kendini başka bir çağda hissedebilir.

Caddenin sonu kentin ana meydanına ve tarihi saat kulesinin önüne açılıyor. Artan bir merakla caddenin sonuna doğru ilerliyoruz.

Grote Markt – Belfort
Ve sonunda Grote Markt‘ayız. Bu tarihi ve güzel meydan, şehrin birçok önemli yapısına ev sahipliği yaptığı gibi renkli atmosferiyle kendini bize hemen sevdiriyor.

Meydanın ortasında 13.yüzyılda kentin Fransız işgaline direnişine liderlik eden Pieter de Coninck ve Jan Breydel’e ait heykeller bulunuyor. Heykellerin hemen yanında gotik mimariye sahip iki önemli bina yükseliyor: Provinciaal Hof ve Historium Brugge. Beyaz renkli Provinciaal Hof, eyalet hükümet binası olarak inşa edilmiş ve yıllarca resmi toplantılara ev sahipliği yapmış. Günümüzdeyse bazı törenler ve sergiler için kullanılıyor. Hemen yanındaki siyah Historium Brugge ise ziyaretçilerine Brugge’un altın çağlarını yaşadığı Orta Çağa götüren bir deneyim yaşama fırsatı sunuyor.

Meydanın bir kenarında yan yana dizilen Brugge’a has kiremit rengindeki binalar meydanın güzelliğine ayrı bir güzellik katıyor. Her biri otel veya restorant olan bu yapılardan birinde oturup bir şeyler yiyip içerken meydanın iyice tadına varabilirsiniz.

Bu binaların tam karşısında ise meydanın tartışılmaz en etkileyici yapısı bulunuyor. Belfort Çan Kulesi, 1240 yılında meydana eklenmiş ve farklı amaçlarla kullanılmış; bir dönem şehir hazinelerinin ve resmi dokümanların saklandığı bir arşiv merkezi, sonra yangınlar için bir gözlem kulesi ve savaş zamanlarında yine savunma amaçlı gözcü kulesi olarak. 84 metre yüksekliğindeki kulesine, 366 basamağı çıkarak ulaşabiliyorsunuz. Tabii Belfort’tan bahsedince hemen akla ikonik “In Bruges” filmi geliyor. Bir nevi kentin tanıtımının da yapıldığı filmde, oyuncular Colin Farrell and Brendan Gleeson kadar Belfort da başroldeydi…

1999’dan bu yana UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan Belfort Çan Kulesi’nde toplam 47 tane çan var ve çanların toplam ağırlığı 27.5 tonu buluyor. Bu etkileyici yapıya yaptığımız ziyaret sonrası hedefimizde şimdi bu büyüleyici kentin ikinci büyük ve özel meydanı var.

De Burg
De Burg meydanı, en az Grote Markt kadar güzel ve kent için birbirinden önemli yapılarla dolu. Adını günümüzde var olmayan kaleden alan De Burg’un geçmişi MS 2.yüzyıla kadar uzansa da kent için altın çağlarını 9.yüzyıldan itibaren yaşamaya başlamış. Stadhuis Brugge (Belediye Sarayı), Brugse Vrije ve Basiliek van het Heilig Bloed (Kutsal Kan Kilisesi) meydanı çevreliyor. Şimdi tüm bu yapıları sırasıyla ziyaret etme vakti.

Önce Stadhuis Brugge (Belediye Sarayı) ile başlıyoruz. Yaklaşık 600 yıllık bir geçmişe sahip bu gotik bina günümüzde müze statüsünde. Üst kattaki salona girince büyülenmemek mümkün değil. Tavanı, pencereleri ve duvarları muazzam bir işçilikle süslenmiş. Gözlerimiz bir duvardan ötekine kayıp gidiyor.

Duvardaki resimler Albrecht De Vriendt tarafından yapılmış ve her birinde kentin tarihinden önemli olaylar tasvir edilmiş. Resimlerin canlılığı, kullanılan renkler gerçekten göz kamaştırıcı. Ana salondan huşu içinde ayrılıyor ve yine kent tarihi ile ilgili çeşitli bilgilerin, kent haritalarının ve görsellerin sergilendiği iç salona geçiyoruz. Tüm bunların ışığında rahatlıkla söyleyebilirim ki burası Brugge’da gezilecekler listenizde mutlaka yer almalı…


Belediye Sarayı’ndan çıkıp hemen bitişiğindeki Brugse Vrije‘ye geçiyoruz. Brugse Vrije 1000’li yıllarda bölgenin kale muhafızlığıymış. Bu yapının da iç ve dış mimarisi oldukça etkileyici. Özellikle iç salondaki işçiliğe hayran kalmamak mümkün değil. Buranın öyle bir atmosferi var ki akla “Game of Thrones” dizisini getiriyor 🙂



De Burg’daki bir diğer önemli yapı Basiliek van het Heilig Bloed (Kutsal Kan Kilisesi) siyah bir dış cepheye sahip. 1534 yılında tamamlanan bu kilise Hristiyanlar için oldukça önemli, tabiri caizse bir hac merkezi. Şöyle ki; II.Haçlı Seferi’nden dönen Flaman Şövalye Dirk yanında kutsal bir emanetle döner. İddiaya göre yanında Hz.İsa’nın bir damla kanının bulunduğu bir şişe getirmiştir. İşte bu şişe kutsal sayılıp kilisenin hazinesinde saklanmaya başlamış ve bu kilise Hristiyan dünyası önemli bir mabet haline dönüşmüş.

Kilisede alt ve üst kısımda oldukça iyi süslenmiş birer şapel bulunuyor. Şapellere giriş ücretsiz ancak hazine kısmını görmek için ücret ödemek gerekiyor Belirli bölümlerde fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Hazine bölümünün en can alıcı parçasının İsa’nın kanının saklandığı şişenin kutusu olduğunu söylemek herhalde yersiz olacak ama yine de belirteyim 🙂


Kutsal Kan Kilisesi’nden ayrılıp binaların arka tarafındaki eşsiz kanallarının bulunduğu alana doğru ilerliyoruz. Bunun için Belediye Sarayı ve Brugse Vrije’nin arasındaki dar geçitten üzerimizdeki enfes mimariye hayran kalarak yürüyoruz.

Vismarkt & Rosary Quay
Geçitten ilerleyince kendimizi Blinde-Ezelbrug köprüsü üzerinde buluyoruz. Bu köprü, üzerinde tekne turları düzenlenen en etkileyici manzaralara sahip kanallardan biri olan Groenerei (Yeşil Kanal) üzerinde bulunuyor. Tekne turuna katılıp katılmamak size kalmış, ancak kanalları çevresindeki tarih ve doğa ile beraber izlemenin keyfi kesinlikle paha biçilemez…



Kanalın karşı tarafı Brugge’un ünlü balık pazarı Vismarkt‘a açılıyor. Vismark’ta sadece balık satılan tezgah ve dükkanlar yok. Bunun dışında Belçika’da önemli bir yeri olan dantel işi ürünlerin satıldığı mağazalar ve tabii ki bol bol hediyelik eşya dükkanı bulunuyor. Vismarkt’ın yanındaki küçük ama bir o kadar şirin Huidenvettersplein meydanındaki mekanlar soluklanıp güzel manzaraların tadını çıkarmak için değerlendirilebilir.

Meydanı dönünce şehrin en ikonik manzalarının görülebileceği Rosary Quay‘a ulaşıyoruz. Bu bölge kanal turu yapan tekneler için insanların sıra beklediği, çevredeki tüm bar ve restorantların cıvıl cıvıl kaynadığı, hangi tarafa baksanız görsel şölen yaşayacağanız, kentin en özel köşelerinden biri. Hiç acele etmeden köprülerin üzerine çıkıyor, kanalı ve çevresini izliyoruz. Kanalların arkasında yükselen tarihi binaların ve şehrin simgeleri kulelerin manzarası eşliğinde şehrin eşsiz atmosferini yüreğimize kazıyoruz…


Groeninge Museum & Arentshof
İçimize işleyen kanal manzaralarını geride bırakıp kanal boyunca aşağıya doğru ilerliyor ve şehrin önemli müzelerinin bulunduğu kısma geliyoruz. Bunlardan ilki Groeninge Museum, Jan Van Eyck gibi ünlü Flaman ustalarının tablolarını görebileceğiniz özel bir müze. Müzenin kendisi kadar çevresi ve bahçerileri de gezmeye değer.

Groeninge Museum’un hemen yanında kentin bir diğer önemli müzesi Gruuthusemuseum bulunuyor. Müzede mobilya, ev eşyaları, mutfak araç gereçleri gibi şehrin tarihi gündelik yaşamına ait eserler sergileniyor. 15.yüzyılda inşa edilen binanın kendisi de görülmeye değer. Bu binanın önemli bir özelliğe de tarihte iki sürgün İngiliz kralı (IV.Henry ve II.Charles) ağırlamış olması.

Gruuthusemuseum arkasındaki bahçe Arentshof‘taki “Kıyametin Dört Atlısı” ve “Pavilion” görülmesi gereken eserler. Özellikle “Kıyametin Dört Atlısı”nı, heykellerin önünden geçen faytonlarla beraber seyretmek ilginç oluyor.


Yine aynı bahçede Brugge’un en dar kanallarından birinin üzerinde kentin en güzel köprülerinden biri bulunuyor. Tarihi köprü Bonifaciusbrug neredeyse üzerinden aynı anda iki kişinin geçemeyeceği kadar dar. Böyle olunca üzerinde ve çevresinde hatrı sayılır bir kalabalık birikiyor. Ama emin olun Brugge’da göreceğeniz en etkileyici manzaralardan birkaçına burada şahit olacaksınız.


Onze-Lieve-Vrouwekerk
Sırada kentin en görkemli yapılarından biri olan Onze-Lieve-Vrouwekerk (Bakire Meryem Kilisesi) var. 122 metrelik kulesiyle bu kilise Brugge’un en yüksek, Belçika’nın da Antwerp Katedrali’nden sonra ikinci en yüksek yapısı olma özelliğini taşıyor. Geçmişi 13.yüzyıla kadar uzanan kilise aynı zamanda dünyadaki tuğla yapımı en yüksek üçüncü yapıdır.

Onze-Lieve-Vrouwekerk’te görülecekler arasında 25 yaşındaki erken ölümüyle Belçika tarihinde Burgonya döneminin bitmesine yol açan Burgonyalı Mary ve Cesur Charles’a ait anıt mezarlar da bulunuyor. Ayrıca Michelangelo’nun İtalya dışında gönderilmiş tek eseri olan “Madonna ve Çocuk İsa” heykeli bu kilisede sergileniyor.


Museum Sint-Janshospitaal & Begijnhof
Kiliseden çıkınca hemen karşısında yer alan Museum Sint-Janshospitaal‘a (Saint John’s Hospital) geçiyoruz. Adından da anlaşılacağı üzere burası çok eski hastane. 12.yüzyılda kurulan ve 19.yüzyıla kadar aktif olarak kullanılan hastane kompleksi, aynı zamanda Brugge’un en eski yapısı.

Kompleksin hem bahçesi hem de içindeki yapılar görülmeye değer. Kompleksin içinde tarihi eczane gibi bölümlerin yanı sıra heykeller ve farklı müzeler de bulunuyor. Aynı zamanda yemek yiyip bir şeyler içilebilecek restorantlar da mevcut.


Hastane müzesinden çıkınca yine kanalların muhteşem manzarasına kaptırıyoruz kendimizi. Kanalın kıyısında yürürken önce Zonnekemeers Gate‘i sonra da hemen bitişiğindeki Art Gallery Koetshuis‘i görüyoruz. Bu galeriye giriş ücretsiz, içinde demirden yapılma ilginç heykeller bulunuyor. Kanalın hemen yanı başındaki konumu da cabası.


Brugge’un tarihi sokaklarında yürüyüşümüze devam ediyoruz. Yürüyüşümüze devam ederken Brugge’daki her sokağın, her evin ahengine, şehrin dokusuna bir kez daha hayran kalıyoruz. Faytonlar, kendine has dükkanlar, çikolatacılar, kafe ve barlarla dopdolu sokaklarda ilerleyip Brugge’daki son durağımıza ulaşıyoruz.


Bir benzerini Amsterdam’da gördüğümüz Begijnhof, 1245 yılında yalnız kalmış veya kaybolmuş kadınlar için bir sığınma evi olarak faaliyet göstermiş. Günümüzde bir Benedikten cemaatinin yaşadığı sessiz beyaz evlerin ve upuzun yaşlı ağaçların düzeni daha ilk bakışta huzur veriyor. Begijnhof gezilebiliyor ama ev sahiplerinin sessizlik ricası var, saygı göstermek gerekiyor.

Begijnhof’un girişine uzanan köprü ve önündeki göletin beyaz kuğuları izlemeye değer. Bu alan aynı zamanda kentin faytonlarının yolculuklarına başladığı kalkış istasyonu. Brugge’daki son anlarımızı burada geçirirken bu büyülü şehri hiç unutmamacasına hafızamıza kazıyoruz…

Gezi Tarihi: Mayıs 2023





















































































Son yorumlar