Gaudi’nin Şehri: Barcelona

Bir Mayıs ayının erken saatlerinde uyanıyoruz, içimiz kıpır kıpır. Görmek için can attığımız kentlerden biri Barcelona’ya 2 günlük bir gezi için yine yollardayız 🙂 Ankara’dan İstanbul aktarmalı bir uçuşla öğlen saatlerinde Barcelona’ya iniyoruz. Havaalanında şehre nasıl gideceğimiz yönünde biraz karışıklık yaşasak da sonunda merkeze giden metroya giden treni buluyor ve tren sonrası metro ile şehir merkezine ulaşıyoruz.

Konaklama için şehrin en merkezi caddelerinden Passeig de Gracia ve metroya olan yakınlığı gözeterek Quartprimera Guest House‘u seçmiştik. Seçimimizde bir diğer etken de şehrin merkezinden biraz daha uzak olan Park Güell ve La Sagrada Familia gibi yerler için de daha orta bir nokta belirlemekti. Ki otelimiz bizi konumunun dışında fiyat/hizmet dengesi, temizliği ve 1800’lerden kalma antika asansörü 🙂 gibi konularla da gayet memnun etti.

Passeig de Gracia

Otele eşyalarımızı bırakıp soluğu hemen Passeig de Gracia‘da alıyoruz. Sağlı sollu mağaza ve kafeler hemen dikkatimizi çekiyor. Bu cadde aşağıda önce kentin en önemli meydanlarından Plaça de Catalunya’ya, oradan da La Rambla’ya uzanan bir hattın üzerinde kalıyor. Passeig de Gracia’da Barcelona için çok önemli bir sanatçı / mimar olan Gaudi’nin 2 önemli eserini görerek gezimize başlamış oluyoruz: Casa Mila ve Casa Batllo.

“Art Nouveau” (Modernista) sanat akımının öncülerinden olan Gaudi, bu akımın temel felsefesini olan eseri çevreyi uyumlu hale getirme yaklaşımından yola çıkarak eserlerinde hep doğadan esinlenmiş. İnsanların leğen kemiği, arı peteği, ağaç dalı ve gövdesi doğadan esinlendiği ilham kaynaklarına bazı örnekler. Gaudi’nin dehası keskin köşe ve kenarlar yerine kıvrımlı & dalgalı bir görünüme sahip tasarımlar kullanması ve bu şekilde hem estetiği hem de bina statiğini gözetebilmesinde yatıyor.

Casa Mila – Köşelerden arınmış kıvrımlı mimari

Önce bacalarından yola çıkılarak “Taş Ocağı” da denen Casa Mila‘yı görüyor, köşe ve kenardan arıtılmış bu kıvrımlı yapıya bakakalıyoruz. Az ötede ise daha da ilginç ve özgün görünümü ile Casa Battlo duruyor. Bina sanki gerçek değil de çizgi filmden çıkmış gibi, çok enteresan. Çatısı balık sırtı olarak dizayn edilen binanın bir diğer özelliği ise içinde hiç mobilyanın kullanılmamış olması.

Casa Batllo

Plaça de Catalunya

Cadde üzerinde aşağıya doğru inince oldukça büyük bir meydana, Plaça de Catalunya‘ya ulaşıyoruz. Burası tüm ulaşım hatlarının kesiştiği, turist otobüslerinin kamp kurduğu kalabalık bir meydan. Ayrıca burada bir de Hard Rock Cafe var.

Meydanın ortasındaki parkta banklarda dinlenip bu canlı meydanı, insan kalabalığını seyrediyoruz. Sonra da meydanın aşağısına, kentin kalbinin attığı caddeye, La Rambla‘ya doğru yürüyoruz.

Plaça de Catalunya

La Rambla

Meydandan La Rambla‘ya giriş yapıyoruz. Caddenin ilginç bir yapısı var; geniş orta kısmı tamamen yayalara ayrılmışken her 2 yanda tek şeritlik bir trafik akışı mevcut. Sokak müzisyenleri, gösteri yapanlar, hediyelik eşya dükkanları ve bir insan seli eşliğinde bu simge caddeyi baştan sona yürüyoruz. Caddenin bitimi genişçe bir meydana açılıyor ki bu meydanda devasa bir sütun şeklinde Colomb Anıtı var. Meydanın devamı ise sahile ve iskeleye açılıyor. Biz bu kısmı daha sonra gezmek üzere La Rambla’ya geri dönüyoruz. Sağlı sollu görülecek yerler var.

La Rambla ve bitimindeki Colomb Anıtı

Öncelikle sahilden yukarıya doğru yürürken sol tarafta kalan yerel pazar La Boqueria‘da alıyoruz soluğu. İçeri girer girmez bir insan kalabalığın içinde buluyoruz kendimizi, bir de müthiş bir renk cümbüşünün içinde… Rengarenk meyveler, şekerlemeler, yemişler arasında keyifle dolaşıyor, kendimizi meyve salatası ile şımartıyoruz. Gezerken ilaç gibi gelen meyve salatası eşliğinde bu renkli ortamın tadını sonuna kadar çıkarıyoruz.

La Boqueria’da

Barri Gothic

Semt pazarından çıkınca karşıya Barri Gothic olarak adlandırılan şehrin tarihi merkezine doğru geçiyoruz. Ortaçağ’a uzanan tarihiyle bu semtin sokaklarında dolaşmak ayrı bir keyif gerçekten. Modern şehrin ötesinde bir yerde hissediyoruz kendimizi. Öncelikle Plaça del Pi‘yi ve bu meydandaki ünlü kilise Santa Maria del Pi Kilisesi‘ni görüyoruz.

Santa Maria del Pi Kilisesi’nin Kapısı

Sonra meydandan ayrılıp Call diye de adlandırılan eski Yahudi mahallesinin şirin ve otantik sokaklarında dolaşıyoruz. Daracık sokaklarda gezinirken bir anda kendimizi ihtişamlı Katedral‘in karşısında buluyoruz. Yapımına 13.Yüzyıl’da başlanan gotik mimariye sahip bu katedral son halini 19.Yüzyıl’da almış. Bana biraz Milano’daki ünlü Doumo Katedrali’ni çağrıştıran bu görkemli yapıyı seyredip, tarihi sokaklardaki yolculuğumuza devam ediyoruz.

Barri Gothic – Katedral

Katedralin hemen bitişiğinde Roma döneminden kalan duvarları ve yine aynı döneme ait Agustus Tapınağı’nın 4 sütununu görüyoruz. Hız kesmeden bu tarihi sokaklarda gezerken önümüzde daracık bir sokaktan girilen Placa del Rei ve kentin bir diğer tarihi simgesi beliriyor: Rönesans Kulesi. Burada tarihi binalar arasındaki bu şirin meydanda büyülü bir atmosfer var. Tarihi basamaklarda oturup soluklanmak, kuleyi seyrederken rönesans dönemini düşlemek paha biçilemez deneyimlerden biri oluyor…

Plaça del Rei
Placa del Rei – Rönesans Kulesi

Hemen yakınlardaki bir diğer meydan da Barri Gothic’in kalbinde yer alan Plaça Sant Jaume. Ki burası da kentin siyasi merkezi konumunda, Belediye ve Meclis binaları bu meydanda yer alıyor. Plaça Sant Jaume’den ayrıldıktan sonra Barcelona’ya gelmişken mutlaka görmek istediğimiz yerlerden bir diğerine doğru geçiyoruz: Picasso Museum.

Pablo Picasso Malaga’da doğmuş, sonra yine ressam olan babasıyla geldiği Barcelona’da resim yapmaya başlamış. Resme çok büyük bir yenilik getiren Picasso, daha sonra hayatının çok büyük bir kısmını Paris’te geçirmiş ama yine de kent için ayrı bir öneme sahip.

Picasso Müze binasının etkileyici tavanı

Önünde hatrı sayılır bir kuyrukta bekleyip biletlerimizi aldıktan sonra nihayet müzenin içindeyiz. Kuyrukta ne kadar beklediysek müzeye girdiğimize de o kadar değiyor.Müzede Picasso’nun tarzının orjinalliğine, yaratacılığına yakından şahit olup kendisine bir kez daha hayran oluyoruz…

Barri Gothic Sokaklarında

Müzeden çıktıktan sonra gezmeye devam. Barri Gothic’in sınırlarının bittiği yerde La Ribera semti başlıyor. La Ribera’da ilk dikkatimizi çeken yapı, kentin de simgelerinden biri olan Santa Maria del Mar Kilisesi oluyor. Katalanların 14.Yüzyıl’da Akdeniz’e hükmettiği dönemde yapımına başlayan bu kilisesinin dış süslemeleri gerçekten görülmeye değer. Bir diğer önemli özelliği de akustiğinin mükemmel olmasıymış ki bunu tecrübe etme şansımız olmadı maalesef.

Kiliseden ilerleyince El Born‘a (Passaig del Born) geliyoruz. Burası çok canlı ve birçok cafe, restoran ve barla dolu. Ki bu nedenle kentte gençlerin favori mekanı olarak biliniyor. El Born’un sonunda büyük bir demir yapıyla karşılaşıyoruz. Eskiden semt pazarı olan bu yapı günümüzde kültür merkezine (El Born Centre de Cultura i Memoria) çevrilmiş ve tabanında arkelojik bir alan bulunuyor.

El Born Kültür Merkezi

Kültür merkezinin kapısının önünden El Born sokaklarına geri dönüyoruz. Hareketli sokaklar arasında güzel yapıları inceleye inceleye La Rambla’ya doğru keyifli bir yürüyüş yapıyoruz. Caddeye varınca da metro ile otelimizin olduğu bölgeye varıyoruz. Artık yemek zamanı ve otelden aldığımız tavsiye ile müthiş bir tapasçı – “La Pepita“da enfes lezzetler tadıyoruz. Domatesli ekmekler başta olmak üzere tüm yediklerimizin tadı damağımızda kalıyor. Barcelona’da tapasçıların genelde akşam 21.00’den sonra açıldığını ve çok büyük mekanlar olmadığı için beklememek adına önden rezervasyon yapmanın faydalı olabileceğini belirtmeden geçmeyeyim. İlk günü böyle tamamlıyoruz…

La Pepita’daki enfes tapaslar

İlk günü muhteşem tapaslarla tamamladıktan sonra 2.güne ayrı bir keyifle ve heyecanla başlıyoruz. Otelimizin penceresinden Casa Mila’nın ilginç çatısını ve bacalarını seyredebiliyor olmak kahvaltımıza ayrı bir keyif katıyor. Yine de çok oyalanmadan otelden ayrılıyoruz, bugün Gaudi’nin eserleriyle dolu bir gün olacak ve vakit kaybetmek istemiyoruz.

Otelden Casa Mila’nın “Taşocağı” Çatısı ve Bacaları

Parc Güell

Kısa bir metro yolculuğu ile Parc Güell‘in olduğu durağa ulaşıyoruz. Ancak park hemen istasyonun bitişiğinde değil ve yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşle parka ulaşıyoruz. Ama bu sefer devasa bir kuyruğa girmeyeceğiz çünkü öngörülü davranarak biletlerimizi online olarak almıştık. Bunun avantajı ile beklemeden içeriye giriyoruz.

Parc Güell – Merdivenler & Mozaikler & Sütunlar

Gaudi, bu parkı bir yerleşim projesi olarak tasarlamış ve amacı doğa ile iç içe villalardan oluşan bir site kurmakmış. Ancak işler tam olarak istediği gibi gitmeyince bu park içinde 5 ev ve yeşil bir alanla çevrili turistik bir noktaya dönüşmüş.

Parka girince çok farklı bir yerde olduğumuzu anlıyoruz, sanki gerçek dünyada değil de Şirinler köyündeyiz 🙂 Parkın Carrer d’Olot girişi üzerinde bulunan 2 villa gerçekten masallardan çıkmış gibi. Bu evlerden biri dükkan diğeri sergi salonu olarak kullanılıyormuş.

Park Güell’in girişindeki orjinal 2 villa

Villaların karşısındaki merdivenlerin duvarları muhteşem seramik tasarımlarıyla kaplı. Her basamakta oyalana oyalana yukarıya doğru çıkıyoruz. Ve şimde de karşımızda parkın simgesi “Kertenkele” şeklinde çeşme çıkıyor.

Duvarlardaki eşsiz seramikler
Parc Güell’in ünlü “Kertenkelesi”

Yukarı çıkınca tasarımı bir ergonomi harikası olan banklarda müthiş bir manzara eşliğinde soluklanıyoruz. Hem Parc Güell hem şehir ayaklarımızın altında uzanıyor. Manzaraya doyup parkın bir diğer alametifarikası olan 100 Sütun Geçidi’nde yürüyoruz. Bu alanın tavanındaki eşsiz tasarımlar da görülmeye değer. Parkın içinde Gaudi’nin uzun yıllar yaşadığı ve kişisel eşyalarının sergilendiği Casa Museu Gaudi de bulunuyor.

La Sagrada Familia

Parkta geçirdiğimiz orjinal ve çok keyifli anları geride bırakıp Gaudi’nin bir diğer eşsiz eseri La Sagrada Familia‘ya doğru yola koyuluyoruz. Parktan yine 15 dakikalık bir yürüyüşle metroya ve sonra La Sagrada Familia’ya ulaşıyoruz. Parc Güell’de estetiğe bir nebze doyduğumuzu düşünürken bu eşsiz yapı karşısında donup kalıyoruz; muhteşem gerçekten muhteşem…

La Sagrada Familia – Kuleler & Vinçler

Gaudi’nin kendinden önce yapımına başlanan kiliseyi 1883 yılında devralmasıyla boyut değiştiren bu çalışma, halen tamamlanamamış… Bu nedenle “bitmeyen kilise” olarak da biliniyor ve eşsiz kulelerinin yanında vinçler de hemen dikkat çekiyor.

Görünümü ıslak kumdan bir kale şeklinde olan kilisenin muhteşem ve eşsiz dış cephesini izlemeye doyamıyoruz. Üzerindeki sayısız figür ve heykel, kilisenin güzelliğine güzellik katıyor. Bir tarafta Hz.İsa’nın doğuşu gibi İncil’den bölümler tasvir edilirken, diğer tarafta meyve figürleri, diğer tarafta sayılar karşımıza çıkıyor…

Devasa ve Muhteşem: La Sagrada Familia
Kilise üzerindeki heykeller

Dış cepheye ne kadar baksak doyamayacağımızı anlayınca artık içeri girmeye karar veriyoruz. Yine online olarak aldığımız biletlerimiz sayesinde upuzun bir kuyruğu beklemekten kurtuluyoruz. İçeriye girince bir kez daha büyüleniyoruz. Meğer kilisenin dış cephesi içeride ayrı bir cevher gizliyormuş. Ağaç gövdesi ve dalları andıran tasarımı ile devasa kolonlar kiliseyi ayakta tutuyor. Rengarenk vitraylar üzerindeki ışık kırılmaları kilisenin içinde muhteşem bir hava yaratıyor, dışarıya çıkmak istemiyorsunuz…

Devasa Kolonlar & Rengarenk Vitraylar
Ağaç gövdesi tasarımı ile sütunlar
Kilisenin Tabanından Betimlemeler

1926 yılında bir tramvay çarpması sonucu ölen mimar Gaudi, kilisenin altındaki bir yeraltı mezarına gömülmüş. Hikayesi de ilginç; tramvay çarpmasıyla hastaneye getirildiğinde doktorlar tarafından tanınmamış ve cesedin bir meczuba ait olduğu düşünülmüş. Çok geçmeden cesedin Gaudi’ye ait olduğu anlaşılmış ve tüm Barcelona şehri yasa boğulmuş.

Avrupa şehirlerinde birçok kilise gördüm ama rahatlıkla söyleyebilirim ki La Sagrada Familia’nın eşi benzeri yok. 1926 yılında ölen Gaudi’nin 100.yıl dönümünü olan 2026 yılında tamamen bitirilmesi hedeflenen bu kiliseyi bittikten sonra tekrar görebilmeyi çok ama çok istiyorum…

Port Vell

Zor da olsa muhteşem La Sagrada Familia’dan ayrılıyoruz ve metro ile bir kez daha La Rambla’ya ulaşıyoruz. Bu capcanlı caddede tekrar kalabalığa karışıp yürümenin tadını çıkarıyoruz. Bu sefer hedefimiz denize doğru iskeleye yürümek. Colomb Heykeli’ni geçip Port Vell‘e geliyoruz. Önce iskelenin önündeki çimenlik alana oturup Barcelonalıların arasına karışıyoruz. Burada hem yorgunluğumuzu atıyor hem de şehir manzarasının tadını çıkarıyoruz.

Port Vell – Çimenlik keyfi

Çimenlik keyfi sonrası iskelenin ünlü ahşap köprüsü Rambla del Mar‘da yürüyoruz. Deniz sakin, hava güzel, biz de gayet mutluyuz. Bu ahşap köprü iskeleyi Moll d’Espanya ve Maremagnum gibi 2 büyük komplekse de bağlıyor. Özellikle alışveriş meraklıları için güzel alternatifler olabilir. Biz bu komplekslere girmeyip La Rambla’ya geri dönüyoruz.

Ahşap Köprü – Rambla del Mar

Plaça Reial

La Rambla’dan yukarı doğru yürüyüp sağ taraftaki kısacık Carrer de Colom sokağından içeri girince karşımıza şirin bir meydan çıkıyor: Plaça Reial. Küba tarzı meydan tasarımına sahip olduğu söylenen bu meydan ortada bir çeşme ve palmiye ağaçları ile süslenmiş ve sıkı durun; bu meydanda da Gaudi’nin imzası mevcut:) Ferforje lambaların tasarımı kendisine aitmiş. Birçok cafe, bar ve restoranın yer aldığı meydanda bir restorana oturup bir şeyler yerken meydanı seyrediyoruz.

Plaça Reial

Plaça Reial’a gelişimizin farklı bir nedeni daha var: Flamenko. Tarantos Bar‘da yaklaşık 45 dakika süren flamenko gösterisini izliyoruz ve iyi ki yaptık diyoruz. Başka yerde yaşamayacağımız bir anı daha biriktiriyoruz…

Tarantos’ta Flamenko Gösterisi kuyruğu

La Barceloneta

Gösteriden çıkınca artık Barcelona’daki son saatlerimiz, ertesi sabah erkenden dönüş uçağımız var. Son saatleri geçirmek için La Barceloneta‘yı yani sahil tarafını gözümüze kestirip yürüyüşe geçiyoruz. Yürürken Port Vell’in önünden ilerliyor ve şehrin simge heykellerinden “Barcelona Head” heykelini görüyoruz. İskeleden uzaklaşınca Barcelonata’nın daracık sokaklarının ve ilginç apartmanlarının arasında dolaşıyoruz.

Barceloneta’da dar sokaklar

Sokaklardan aşağıya sahile doğru geliyoruz ve karşımıza çok güzel bir plaj çıkıyor. Hava biraz daha sıcak olsa denize de girerdik diye iç geçiriyor plajda denizi ve rüzgarı dinliyoruz. Yazın oldukça kalabalık olacağını tahmin ettiğimiz bu plajın o anki sakinliği bizi bir yarım saat kadar kendine bağlıyor. Sonra ayrılık vakti gelip çatıyor, geldiğimiz yollardan önce La Rambla’ya sonra metro ile otelimize dönüyoruz.

Barceloneta Plajı

Sabah erken saatte havaalanı yolundayken Gaudi’nin Barcelona üzerindeki etkisini düşünüyorum. Bir insan bir şehre ancak bu kadar iz ve etki bırakabilir diyorum kendi kendime, ve bu yüzden kesinlikle bu şehir, Barcelona Gaudi’nin şehri…

Ayrılırken içimdeki en büyük burukluk ise Messi’yi canlı izleyememek, Camp Nou’nun atmosferini yaşayamamak oluyor… Gezi tarihimizde Barcelona’nın maçına denk gelemedik maalesef ve bir daha böyle bir fırsat gelir mi emin değilim. Messi nerede olur bilmiyorum ama 2026’dan sonra Barcelona’ya kesinlikle gelmek istiyorum. Barcelona’nın maçını izlemek güzel olur, Sagrada Familia’nın bitmiş halini görebilmekse paha biçilemez…

Gezi Tarihi: Mayıs 2015

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir