Bir Kuzey Macerası: Kopenhag
İlkbaharın ılık ve uzun günlerinde kuzeye, Kopenhag’a bir gezi planlıyoruz. Daha önce Avrupa’da, özellikler de güneyinde, çok fazla yer gördük ama İskandinavya’ya ilk kez gideceğiz. Gezerken de buraların daha önce gördüğümüz Avrupa şehirlerine hiç benzemediğini hissedeceğiz; kültürü, mimarisi, havası ve düzeni çok başka bir yerdeyiz…
Tivoli Bahçeleri
Kopenhag’ta gezmeye şehirdeki en büyük parklardan biri olan Tivoli Bahçeleri‘nden başlıyoruz. Özellikle çocuklara yönelik birçok cezbedici aktivite bulunan park, yeşil alanları, canlılğı ve farklı olanakları ile her yaştan insana da hitap ediyor. (Tivoli’nin girişi ücretli ama aşırı yüksek bir bedeli yok, 7 yaş altı çocuklar için de daha uygun.)

Önce etkileyici çiçek bahçeleri ve çeşit çeşit havuzlarla görsel bir şölen karşılıyor bizi. Sonrasında çocukların keyifle zaman geçireceği büyükçe bir eğlence parkına geliyoruz. Tabii bu kısmın tadını çıkarmak için illa çocuk olmak gerekmiyor 🙂

Tivoli’de Food Hall olarak adlandırılan kısımda, çok çeşitli yemek mekanları mevcut. Asya yemeklerinden burgere, pizzadan deniz ürünlerine kadar geniş yelpazede yemek bulma şansınız var. Sıcak yaz günlerine kıyasla çok daha sakin olduğunu düşündüğümüz Food Hall’de çok vakit kaybetmeden keyifli bir yemek yiyoruz.

Tivoli’nin Kopenhaglılar için özel bir yer olduğu anlaşılıyor. Parkın, hareketli ama bir o kadar da huzur dolu ortamında soluklanan, sohbet eden her yaştan insanı parkta vakit geçirdiğine şahit olabiliyorsunuz.
Ny Carlsberg Glyptotek
Tivoli’den çıkıp bitişikteki kentin en önde gelen müzelerinden Ny Carlsberg Glyptotek‘e geçiyoruz. Bu sanat müzesi aslında ünlü bira markası Carlsberg’in kurucusunun oğlu olan Carl Jacobsen’in kişisel koleksiyonunu içeriyor. Öncelikle bir heykel müzesi olarak düşünülse de sonradan içeriği genişletilmiş.

Müze oldukça özgün bir mimariye sahip, dış kısımda yer alan düşünen adam heykeli ve piramit şeklindeki çatı dizaynı dikkat çekici. Müze içine girdiğimizde ise karşımıza çıkan “Kış Bahçesi” oldukça başarılı. Bu alanın ortasındaki havuzda yer alan “The Water Mother”, hem yaratıcılığı ile hem de güzelliği ile kendisini uzun bir süre izlettiriyor…

Müzede antik Roma-Mısır ve modern dönem heykellerinin yanı sıra Monet, Cezanne, Gaugin gibi ünlü ressamlara ait resimleri görebilirsiniz. Özellikle heykeller açısından oldukça zengin, nitelik açısından güzel eserlerle dolu kompakt bir müze olduğunu söyleyebilirim. Yaklaşık 2 saatte tüm salonları geziyor, sonra başladığımız noktaya dönüp kış bahçesinde soluklanıyoruz.


Slotsholmen
Müzeden çıkınca karşı tarafa geçip Slotsholmen adacığına doğru caddeler ve kanalların arasında güzel bir Kopenhag turuna başlıyoruz. Yürüdüğümüz bu kısım Kopenhag’ın resmi kalbi de sayılır. Önce National Museet binasının önünden geçiyoruz sonra etkileyici Marble Bridge‘in üzerinde buluyoruz kendimizi. Köprünün mimarisini, üzerinde bulunduğumuz Frediksholms Kanalı‘nı ve çevredeki binaların güzelliğini bir süre seyrediyoruz.

Köprü aynı zamanda Slotsholmen adacığına Christiansborg Slot (Saray)‘un dış kısmı üzerinden giriş sağlıyor. Bu saray şu anda Danimarka Parlamentosu, Başbakanlık ve sembolik olarak da kalsa Danimarka Kraliyet üyeleri tarafından kullanılmakta. Aynı yerde, ilki 1167’de yapılmış birçok saraydan sonra günümüzdeki yapı 1928 yılında inşa edilmiş. Neobarok bir mimariye sahip bina sade bir güzelliğe sahip.

Slotsholmen adacığı üzerinde iki farklı müze bulunuyor. İlki Thorvaldsens Museum tek bir sanatçıya, heykeltraş Bertel Thorvaldsen’e ayrılmış. Bina mimarisi çoğunlukla antik Yunan ve Mısır’dan etkilenerek yapılmış ve orjinal bir yapı olmuş. Müzede, Thorvaldsen’a ait çeşitli heykellerin yanı sıra, kendisinin yaşamı boyunca oluşturduğu kişisel sanat koleksiyonu da görülebilir. Slotsholmen’deki diğer müze ise Krigsmuseet (Danish War Museum), eski savaş aletlerinin (toplar, kılıçlar, cephanelikler vb.) sergilendiği bir müze. Bu müzenin de mimarisi kendine has.

Slotsholmen’de geniş meydanlarda, tarihi binalar ve kanallar arasında yaptığımız keyifli yürüyüş sonrası Kopenhag’ın merkezi ve işlek caddelerinde kentlilerin arasına karışıyoruz. Yollarda arabadan daha fazla bisikletli görüyoruz ki buna bebekli anneler-babalar da dahil. Şehrin yapısı bisikletle ulaşım için çok uygun ama, bisiklet kullanımının bu kadar yaygın oluşunu buna indirgemek büyük hata olur, bu bir kültür ve yaşam biçimine dönüşmüş çok belli. Bu duruma imrenip takdir etmek dışında ne yapılabilir ki…

Hava soğumaya başlarken (ne de olsa kuzeydeyiz :)), otelimize dönüyoruz. Otelimiz, Steel House Copenhagen, yeni nesil otel diye tanımlayabileceğimiz sade, teknolojik, konforlu ve daha çok gençlerin tercih ettiği bir otel. Tek bir otel çalışanıyla bile muhattap olmadan lobideki ekranlardan check-ini tamamlayıp odanıza geçiyorsunuz. Odalar temiz ve konforlu. Odaya yerleşip, akşamı Kopenhag manzarası eşliğinden balkon sefası yaparak tamamlıyoruz…

Christianshavn
Ertesi güne şehrin belki de en kendine has semti Christianshavn‘dan başlıyoruz. Buradaki ilk durağımız şehrin simgeleri arasında yer alan Von Frelsers Kirke (Church of Our Saviour) oluyor. 18.yüzyılın ortalarında tamamlanan kiliseyi özel kılan ilk şey kulesinin üzerindeki spiral merdivenler ki, kuleye baktığımız anda hemen dikkatimizi çekiyor.

Kuleye çıkıp şehri yukarıdan izlemek hafızanızda yer edecek bir görsel şölen olabilir. Bununla beraber kilisenin içinde de dikkatinizi çekecek özel tasarımlar mevcut. Bunlardan ilki, şirin fil heykelleri üzerinde yükselen kocaman kilise orgu, diğeri ise etkileyici güzellikteki Tessin Sunağı. Bu iki yapı kiliseye apayrı bir hava katıyor, gördüğünüze pişman olmayacaksınız.


Christiania
Kiliseden ayrılıp burada asıl görmek istediğimiz yere, şehrin kotarılmış özerk bölgesi Christiania‘ya yürüyoruz. Burası 1971 yılında hippilerin (yada özgür ruhlu gençlerin :)) terk edilmiş askeri barakalara yerleşmesi ile oluşmuş bir “özgür kasaba”. Komünal yaşamı benimsemiş yaklaşık 1000 kişilik bir nüfus, kendine ait bir takım kurallarla (9 genel kural posterlerini çevreyi gezerken sık sık görebiliyorsunuz) burada yaşıyor. Danimarka hükümeti buradan çok hazzetmese, hatta zaman zaman bölgeyi boşaltmak için bazı girişimlerde de bulunsa, Christiania yaklaşık 50 yıldır yaşamaya devam ediyor.

Sokaklarından içeri girer girmez, Christiania’nın kendine has atmosferi hemen bizi sarıyor. Sanki Kopenhag’dan ayrılıp başka bir şehre gelmiş gibiyiz. Kopenhag caddelerinin düzen, lüks ama sade güzelliğü burada yerini samimiyet dolu bir salaşlığa bırakıyor. Hava soğuk ve yağmurlu belki ama insanların sıcaklığı ve doğallığı içimizi ısıtıyor, bir de grafiti ile boyanmış rengarenk barakalar…

Gündüzleri sevimli dükkanlarında kendi üretimleri giysiler, hediyelik eşyalar, bir takım farklı ürünler satan mahalle sakinleri, akşamları müzikler eşliğinde hep beraber yiyip-içip eğleniyorlar. Özgürlüğü ve dayanışmayı iliklerimize kadar hissederken düşünmeden edemiyorum; Kopenhag’ta belki bir insanın kendisini en özgür hissedebileceği bir kentte insanlar böyle bir mahalleye ihtiyaç duyuyor… Bakış açısı, insana- düşünceye saygı ve toleransta başka bir boyuttalar orası kesin, dünya toplumları arasında bu kadar fark olması ise iç burkuyor…
Nyhavn
Christiania macerasından sonra sırada görmek için sabırsızlandığımız yerlerden Nyhavn var. Nyhavn şehrin sosyalleşme merkezi ve Danca’da “yeni liman” anlamına geliyor. Christiania’dan Nyhavn’a doğru kanal boyunca ilerliyoruz. Yürüyenler ve bisikletçiler için yapılmış Inderhavnsbroen Köprüsü üzerinden karşıya geçerek Nyhavn’a ulaşıyoruz. Köprüden geçerken özgün mimarileri kaçınılmaz olarak dikkatinizi çekecektir; sol ön taraftaki The Playhouse – Tiyatro Binası‘nı ve daha arkada, sağdaki Operaen – Kopenhag Opera Binası‘nı selamlayın…

Nyhavn’ın kurulu olduğu kanala gelir gelmez insanı sarıp içine alan havasına kapılıyoruz. Yanyana dizilmiş rengarenk apartmanların ve kanal üzerindeki eski ahşap gemilerin oluşturduğu görüntüler aklımızdan kolay kolay çıkmayacak türden… Renkli binaların altları kafe, bar, restorantlara dolayısıyla da müzik ve eğlenceye ayrılmış. Keyfini çıkarın 🙂

Apartmanlarla ilgili bazı notlar vermek gerekirse; 9 nolu apartman Nyhavn’ın en eskisi, yapımı 1681’de tamamlanmış. En dikkat çeken şirin 20 numaralı kırmızı bina ile 67 ve 18 nolu apartmanlar, 19.yüzyılda farklı dönemlerde ünlü Andersen Masalları’nın yazarı Hans Christian Andersen’e ev sahipliği yapmış.

Kanalın bitiminde, Nyhavn’ın simgesi anıtsal bir çıpa (Memorial Anchor) bulunuyor. İlerleyince de yol geniş bir meydana açılıyor: Kongens Nytorv (King’s New Square). Kopenhag’ın en büyüğü olan bu meydanda, Kraliyet Tiyatrosu, şimdi müze olan Charlottenborg Sarayı, Hotel D’Angleterre gibi kentin önemli tarihi binalarını da görme şansı buluyoruz.
Amalienborg
Sonraki durağımız Danimarka kraliyet ailesinin evi olan Amalienborg. Kongens Nytorv’dan yürüme mesafesinde olan Amalienborg’da birbirine eş 4 adet saray ve ortada buranın kurucusu olan Kral V.Frederich’in heykeli bulunuyor. Kraliyet ailesi aslında Christiansborg Sarayı’nda kalıyorken 1796 yılında çıkan yangın sonrası buraya taşınmış.

Ülkemizde olsa binbir türlü güvenlikten geçerek yılacağımız bu yerleşkeye elimizi kolumuzu sallayarak giriyoruz. Çevrede nöbet tutan askerler var ama herkes kendi halinde. Askerlerin üniformaları ve nöbet değişim seremonisi ilginizi çekebilir. Şehirde birçok yerde kendini hissettiren ve kuzeylilerin kendine has olduğunu düşündüğümüz sade asillik ve düzen burada tavan yapmış durumda…

Amaleinborg’un bir kapısı “Marble Church” olarak da anılan Frederiks Kirke‘ye açılıyor. Rokoko mimarisi ile dikkat çeken kilisenin yapımı 18.yüzyılın ortalarında tamamlanmış. Geniş kubbesi sadece Danimarka’nın değil, İskandinavya’nın da en büyüğü konumunda.
Kastellet
Frederiks Kirke’nin önünden kuzeye doğru yürüyerek devam ediyoruz. Yolun sonunda Kastellet‘e yani kaleye ulaşıyoruz. Kanalların çevrelediği kale beşgen şeklinde dizayn edilmiş (haritadan bakınca ben deniz kaplumbağasına da çok benzettim :)) ve daha önce gördüğümüz hiçbir kaleye kesinlikle benzemiyor. Bu şehirdeki çoğu şey gibi kale de kendine özgü…

Kastellet’in hemen dışında, kanalın bitişiğinde gotik mimariye sahip St.Alban Church‘ü görüyoruz. Yanındaki güzel manzara ile beraber etkileyici bir görünüme sahip bu kilise, 19.yüzyılın sonlarında şehirde artan İngiliz nüfusunun sonucu olarak yapılmış, yani İngiliz Kilisesi’ne ait.

Kastellet’in karşısındaki yeşil alan Churchill Parkı olarak adlandırılmış ve burada 2.Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılıp hayatını kaybeden askerler için dikilmiş bronz heykel, Vore Faldne (Our Fallen) de yer alıyor. Heykeli ve çevresini görüp gezdikten sonra Kastellet Köprüsü üzerinden kalenin içine doğru ilerliyoruz.

Kaleyi özgün kılan şeylerden en önemlisi bildiğimiz türden surların ve yüksek burçların bulunmaması, bunun yerine çimden tümsekler var ve Kastellet hiçbir kalede göremeyeceğiniz kadar yeşil alana sahip. Kalenin içinde değirmen, zamanının kırmızı renkli asker barakaları, sarı rengiyle şirin kilise ve birçok anıt görülecekler arasında…
Kopenhag’taki son durağımız Kopenhag Tren Garı (Copenhagen Central Station) oluyor. Tivoli Bahçeleri’ne komşu olan gar binasının iç ve dış mimarisini dikkat çekici olduğunu söylemeliyim. Kopenhag’ı uluslararası hatlarla Almanya ve İsveç’e, şehirlerarası hatlarla da Danimarka’nın diğer şehirlerine bağlayan gar, metroyla olan bağlantısı ile de Kopenhag için adı gibi tam bir merkez istasyon. Bununla beraber burası sadece ulaşım için düşünülmüş bir yapı değil, sosyal yaşam anlamında da birçok alternatife sahip. Restorantları, marketleri, kafeleri ve alışveriş dükkanları açısından da kesinlikle ziyaret etmeye değecek bir yer.
Gezi Tarihi: Mayıs 2018





















































































Son yorumlar