Benzersiz Kültür Mozaiğiyle Hatay – 2 (Samandağ – Arsuz – Payas)
Daha önce Hatay tarafına gelip Antakya şehir merkezini gezmiş, ama ilçelerine yeterince vakit ayıramamıştık. Yarım bıraktığımız hikayeyi tamamlamak için tekrar Hatay il sınırlarındayız ve hikayeye tam da yarım kaldığı yerden, Arsuz’dan başlıyoruz…
Arsuz
Arsuz, Akdeniz’in doğusunda, 5 yıldızlı otel ve tatil köyleriyle (henüz) kuşatılmamış, en güzel tatil beldelerinden biri. Bu yönüyle bölgenin yazlık merkezi. Uzun sahil şeridi ve plajları, ziyaret ettiğimiz mevsimde yüzmek için değilse bile, huzurlu bir sabah yürüyüşü için bizi kendine çekiyor. Dalgaların sesi, deniz kokusu ve şirin yalıların eşliğinde sahili baştan başa kat ediyoruz…

Kumsalın bittiği noktada Arsuz Çayı ile Akdeniz birleşiyor. Deniz kıyısından ayrılıp yürüyüşe Arsuz Çayı boyunca devam ediyoruz. Köprülerden geçişler yaparak nehrin her iki kıyısını keşfediyoruz. Kıyıda bağlı olan teknelerle nehirde yaz aylarında yoğun bir şekilde turların yapıldığı anlaşılıyor. Arsuz Çayı’nın güney tarafı eski merkezinin, yani Arsuz Köyü‘nün olduğu kısım, mavi-beyaz evleriyle bizi karşılıyor…

Yaz aylarında trafiğe de kapanan buradaki sokakların ne kadar canlı ve cıvıl cıvıl olduğunu hayal edebiliyoruz. Ama bu mevsimin getirdiği dinginlik ve durağanlık da ayrı güzel. Biraz ilerleyince Rum Ortodoks cemaate ait bir kilise olan Mar Yuhanna Kilisesi‘ni görüyoruz. Aslen 1514 yılında inşa edilen bu tarihi kilise, son olarak 1778 yılında restorasyon görerek günümüze kadar gelmiş. Özellike yaz aylarında bölgeye tatil için gelen Hristiyanların yoğun olarak kullandığı kilise, bölgenin kültürel zenginliği için güzel bir örnek teşkil ediyor.


Arsuz’da yemek ve mekan seçeneklerinden bahsetmek gerekirse; nehrin her iki kıyısında dizili mekanlar her öğün için düşünülebilir. Biz konaklamayı Arsuz’da yapıp çevreyi gezdik, benzer şekilde yaparsanız ve eğer sadece 1 kere kahvaltı yapabilecekseniz aşağıda anlatacağım üzere Samandağ – Vakıflı Köy tercihiniz olsun. 2 gününüz varsa Arsuz Çayı kıyısındaki mekanları da mutlaka değerlendirin. Akşam yemeği için çayın hemen denizle birleştiği noktadaki Rhossus Restorantı tavsiye ederim.
Samandağ
Arsuz’dan Samandağ’a yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk sonrası ulaşıyoruz. Sahil yolunun Arsuz’a yakın olan bölümü virajlar nedeniyle biraz zorlayıcı ama doğası muhteşem. Samandağ’a yaklaştıkça düzelen yolun son kısmı aynı zamanda Türkiye’nin kesintisiz en uzun bisiklet yolunu (25 km) barındırıyor.

Samandağ’daki ilk durağımız Vakıflı Köy. Samandağ merkeze 15 dakikalık bir mesafede bulunan bu köy, Türkiye’nin tek Ermeni köyü, yani köy halkının tamamını Ermeni asıllı Türk vatandaşları oluşturuyor. Köyün bir diğer özelliği de organik tarımın uygulanıyor olması. Köyde kurulan vakıf vasıtası ile üretilen tarım ürünlerinden köy halkı için ortak fayda oluşturulmuş.

Yol boyunca mandalina ağaçları her yerde, Musa Dağı’nın turuncu ve yeşile bürünmüş tepelerinin arasından keyifle yol alıyoruz. Köye gelince de merkezindeki çay bahçesinde yöresel tadlar eşliğinde enfes bir serpme kahvaltı yapıyoruz. Sonrasında köyün kilisesini hızlıca gezip soluğu Vakıflı Köy Müzesi‘nde alıyoruz.
Müze oldukça mütevazı olsa da bu kadim halkın tarihine, kültür ve geleneklerine dair güzel bir özet içeriyor. Sergilenen bazı kişisel eşyalarla da zenginleştirilmiş bu müzeye ayıracağanız yarım saatlik bir süre, bulunduğunuz coğrafyanın özgünlüğünü daha iyi özümsemenize yardımcı olacak. Farklı kültürler, gelenekler ve başka görüşler, beraber yaşama kültürünü, tahammülü güçlendirirken insan olarak bizi de zenginleştiriyor, bu coğrafyada bunu iliklerimize kadar hissediyoruz…

Müzeden çıkınca artık Vakıflı Köy’den ayrılma zamanı, şimdi sırada Samandağ’ın bir diğer özgün köyü Hıdırbey var. Hıdırbey’e yaklaştıkça etraf kalabalıklaşmaya başlıyor ve sonunda karşımıza köyün alamet-i ferikası bir ulu çınar beliriyor: Musa Ağacı. 3 bin yaşında olduğu sanılan bu ulu ağacın hikayesi oldukça ilginç. Rivayete göre ağacın hemen yanında bulunan pınardan su içmek için eğilen Hz. Musa’nın asasını sapladığı yerde asa bir fidana dönüşür. Ağaç, ab-ı hayat (ölümsüzlük) suyundan can bulmaktadır ve bu nedenle asırlardır ayaktadır.

Gövde çapı 7.5 ve uzunluğu 7 metre olan bu ulu ağaçtan bir süre gözlerimizi alamıyoruz. 3000 yıl yaşamakta olan bir canlı ile yan yana olduğumuzu düşünmek tüylerimizi ürpertiyor. Masalarını ağacın gölgesinin ve yanından akan derenin serinlettiği kafede oturup kahvelerimizi yudumlayıp bu anı hafızalarımıza kazıyıp ölümsüzleştiriyoruz…

Hıdırbey’den ayrılınca rotamızı St.Simeon Manastırı‘na çeviriyoruz, önümüzde yaklaşık yarım saatlik bir yol var. Samandağ ve Defne ilçeleri arasında 480 metre yüksekliğinde bir tepe üzerinde kurulu olan manastır, Stilitler tarikatının kurucusu olan St.Simeon tarafından 6.yüzyılda kurulmuş.

Tepeye tırmanırken kıvrılarak ilerleyen yol, çevremizdeki onlarca rüzgar gülü ve güzel manzaralarla ilginçleşiyor. Tepenin zirvesinde St.Simeon Manastırı daha doğrusu manastırdan kalanlar bizi karşılıyor. Zamanının bölgedeki en önemli manastırının eski haşmetli günlerini ancak hayal edebiliyoruz.

Erken Hristiyan döneminin hac merkezi konumunda olan manastır, kesme taşlardan inşa edilmiş bir yapı. Günümüzde hiçbiri ayakta olmasa da, manastırın içinde 3 kilise, vaftizhane, sarnıç, mutfak, evler, kiler gibi yapılar mevcutmuş. Manastırın ortasındaki avluda bulunan sütun üzerinde St.Simon’un 40-45 yıl yaşadığı rivayet ediliyor.
Manastırdan kalanları, kesme taş işçiliğine ait güzel örnekleri görerek ilerliyoruz. Tepedeki manzara ise gerçekten muazzam; manastırın duvarlarından puslu bir hava eşliğinde rüzgar gülleri, deniz ve görkemli Kılıç Dağı’nı doyasıya seyrediyoruz…

St.Simeon Manastırı’ndan ayrılarak görmek için en çok heyecan duyduğumuz yerleden birine doğru yola çıkıyoruz. Samandağ merkezde Çevlik Plajı‘nın üzerinde yer alan Seleucia Pieria antik kenti bölgesi görülmeden geçilmeyecek orjinal güzellikleri bünyesinde barındırıyor. Bunlardan ilki ve en önemlisiyse hiç şüphesiz Titus Tüneli…

Ören yeri girişinden geçerek oldukça ilginç bir yürüyüş yolundan; tarihi mağaraların, halen tarım yapılan küçük tarlaların yanından ilerleyerek Titus Tüneli’ne ulaşıyoruz. Bu tünel, Roma İmparatoru Vespasianus zamanında Selecuia Pieria liman kentinin seller altında kalması tehdidine yönelik sel sularını limandan uzaklaştırmak amacıyla inşa edilmeye başlanmış. Yapımına MS.69 yılında başlanan tünel MS.81 yılında Vespasianus’un oğlu Titus zamanında tamamlanmış. Tünelin ismi bu nedenle Vespasianus – Titus Tüneli olarak da anılıyor.

Antik dönem bir mühendislik harikası olan bu tünelin uzunluğu 1000 metreyi aşıyor ve kendi çağında yapılmış bir benzeri bulunmuyor. Tünelin içine girdiğimizde tüylerimiz ürperiyor. Genişliği ve yüksekliğiyle çok ihtişamlı olan tünele, dönemin şartlarında bir dağın delinerek yapılabilmesi karşısında hayranlık duymamak imkansız. Yürüyerek gidebileceğimiz en uç noktaya kadar ilerliyoruz, sonrası biraz karanlık ve, dürüst olacağım, korkutucu 🙂 Devam etmek macera ve adrenalin sevenler için çok cazip olabilir.

Titus Tünel girişinin yaklaşık 100 metre uzağında, “Beşikli Mağara” olarak anılan aslında 12 adet kaya mezarının bulunduğu antik bir alan mevcut. Oraya doğru ilerlediğimizde taş sütunlar içinde bölmeler halindeki etkileyici bir yapı karşılıyor bizi. Beşikli Mağara ismini ortadaki mezarların baş kısmında yer alan beşiğe benzer şekillerden alıyormuş, bunları da yakından görüyoruz.

Selecuia Pieria antik kentini daha detaylıca gezip görmek isteyenler için bir yürüyüş yolu Beşikli Mağara’nın önünden yukarıya doğru devam ediyor. Biz bu yoldan biraz ilerleyip antik kente ait diğer yapıları uzaktan da olsa görüp geri dönmek durumunda kaldık. Yürüyüş yolunu tamamlamak için daha erken saatlerde ören yerinde olmakta fayda var.

Ören yeri çıkışında Çevlik Plajı’nı gün batımına karşı yukarıdan görmek ayrı bir keyif oluyor. Ki Samandağ sahilleri gün batımını direk olarak karşıdan izleyebilmeyi sağlayan konumuyla çok çekici ve gün batımı eşliğinde şarap keyfi yapmak için plaja gelenlerin sayısının hiç de az olmadığını söylemeliyim. Samandağ sahilinden söz açmışken, 14 km’lik boyu ile ülkemizin en uzun sahili olduğunu da unutmadan ekleyeyim.

Samandağ’da son durağımız, ilçeye ait güzellikleri yukarıdan görmeye çok elverişli konumuyla fark yaratan, Dor Mabedi oluyor. Çevlik Plajı’ndan 2 km mesafede bulunan bu mabedin MÖ 3.yüzyıl civarında inşa edildiği düşünülüyor. Tümüyle beyaz mermerden yapılan bu tapınağın günümüzde sadece tabanı ve bazı sütun başları görülebiliyor. Dor Mabedi’nden kalanların çok etkileyici olduğunu söylemek zor ama gün batımına karşı ova ve deniz manzarasını anlatmaya kelimeler yetersiz kalır, özellikle gün batımı saatlerine denk getirerek ziyaret etmenizi şiddetle tavsiye ediyorum…
Payas
Gezimizin son kısmında Hatay’ın bir diğer ilçesi Payas‘tayız. Hatay’ın en büyük ilçesi İskenderun’un hemen kuzeyinde yer alan Payas’ı, tıpkı Arsuz ve Samandağ’da olduğu gibi, doğusunda Amanos (Nur) Dağları, batısında Akdeniz çevreliyor. Ancak Payas, bu iki ilçeden daha farklı tarihi güzellikleri barındırıyor.
Tarihi stratejik konumuyla Payas, ismi o kadar gündeme gelmese de, bölgenin en eski ve önemli yerleşimlerinden biri olmuş. Haçlı seferleri güzergahında olması, çağının en büyük iki devleti Bizans ve Pers İmparatorlukları’nın tarihi savaşına ev sahipliği yapması, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlılar tarafından fethi sonrası yine hac yolu üzerinde bulunması gibi konular Payas’ın tarih boyunca oynadığı rolü ve önemini kısaca özetliyor.

Payas’ta iki önemli yapı, Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi ve Payas Kalesi yan yana. Adından anlaşılacağı üzere sadrazam Sokullu Mehmet Paşa tarafından II.Selim döneminde yaptırılan bu külliye aynı zamanda Mimar Sinan’ın en önemli eserlerinden biri. Gezmeye başladığımız andan itibaren hayran kalmaya başladığımız külliyenin içinde hepsi birbirinden güzel mimariye sahip kervansaray (han), 48 dükkanlık arasta, tabhane, medrese, hamam ve cami gibi yapılar bulunuyor. Arastanın batı kapısı ise Payas Kalesi’ne açılıyor.

Aslen Cenevizliler tarafından yaptırılan Payas Kalesi, 8 kulesi ile oldukça ihtişamlı bir yapı. Osmanlılar döneminde kalenin çevresine savunma amaçlı yaptırılan su hendeği, kaleyi ancak filmlerden izlediğimiz güzellikte bir yapı haline dönüştürmüş. Her ne kadar içine girme fırsatı bulamasak da dıştan tüm çevresini dolaşarak gezdiğimiz bu kalenin, günümüze kadar en iyi şekilde korunarak gelen kalelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Payas’taki bir diğer tarihi yapı Cin Kulesi, kale ve külliyeye 10 dakikalık yürüme mesafesinde bulunuyor. 13. yüzyılda Cenevizliler veya Haçlılar tarafından yaptırıldığı sanılan bu yapı, tamamı kesme taş işçiliğinden oluşan bir gözetleme kulesi. Günümüzde zaman zaman özel işletmelere (kafe, restorant vb.) de tahsis edildiğini anladığımız kule dışarıdan iyi durumda gözükse de içinin durumu içler acısı. Böyle tarihi yapılara toplum olarak hak ettiği değeri ve önemi vermeyi öğrenebilmeyi, bunu içselleştirebilmeyi tüm kalbimle diliyorum…

Payas’tan ve dolayısıyla Hatay’dan ayrılırken burada gezip gördüğümüz onca şeyi düşünüyorum. Kutsal dinlerin, farklı kültürlerin buluşma noktası olan Hatay; kadim halkları, zengin coğrafyası, orjinal güzellikleri ve leziz mutfağıyla uzun süre aklımızdan çıkmayacak ve bu topraklara tekrar gelebilmek için her fırsatı kollayacağız orası kesin…
Gezi Tarihi: Kasım 2021
Kitap Önerisi: Doğu’nun Limanları – Amin Maalouf





















































































Son yorumlar