Amsterdam

Mart ayında Amsterdam’a 3 günlük bir gezi planlıyoruz. Planımız 2,5 gün Amsterdam merkezi gezmek, yarım günü de Amsterdam’a yakın Haarlem kasabasına ayırmak. Böyle olunca tren hattı üzerine çok yakın ama merkezden biraz uzak bir otel seçiyoruz: Novotel Amsterdam Schiphol Airport. Fiyat, kalite ve lokasyon olarak otelden oldukça memnun kaldığımızı söylemeliyim.  

Öğlen saatlerinde Amsterdam Schiphol Havalimanı’na iniyoruz. Havalimanında şehre geçmeden önce şehir içi ulaşımı da çözmek için 3 günlük sınırsız olacak şekilde “I Amsterdam – Amsterdam & Region Travel Card”  kart satın alıyoruz. Kişi başı 36.5€ ödüyoruz, ama günlük tüm toplu ulaşımları düşündüğümüzde buna değiyor.

Havaalanında trene binerek Hoofddorp durağında iniyor, otelimize yerleşiyoruz. Şimdi gezme zamanı 🙂 Gezi öncesi geldiğimiz mevsim itibarı ile havanın soğuk olmasından ürksek de şansımız yaver gidiyor, hava gezmek için ideal sıcaklıkta 🙂

Stationsplein – Damrak – Dam Meydanı

Amsterdam merkeze yine trenle 15 dakikada ulaşıyor ve dışarı adımımızı atar atmaz Centraal Station binasının mimarisine hayran kalıyoruz. Bina 1889 yılında eski liman duvarının olduğu yere inşa edilmiş ve zamanında oldukça tartışma yaratmış. Bu kararla birlikte kente gelen malların büyük teknelerle içlere taşınma durumu ortadan kalkmış ve kanallar ağı bu anlamda önemini yitirmiş.

Merkez istasyonun önünden Stationsplein meydanından şehir merkezine doğru yürüyoruz. Kanal köprüsünden ilerleyerek şehrin eşsiz manzaralarını seyrediyor ve ana caddelerinden Damrak’a doğru yürüyoruz.

Centraal Station
Kanal köprüsünden Sint Nicolaaskerk – Aziz Nikolas Kilisesi

Damrak’tan Dom Meydanı’na doğru yürürken solumuzda Beurs van Berlage – eski borsa binasını görüyoruz. 20.yüzyılın başında inşa edilen bu bina günümüzde kültürel etkinliklere (sergi, konser vb.) ev sahipliği yapıyor.

Biraz daha ilerleyince solumuzda Amsterdam’ın ünlü patatesçisi 🙂 Mannekenpis’i görüyoruz. Hollanda dolayısıyla Amsterdam mutfağıyla ünlü bir yer değil (aynı komşuları Almanya ve Belçika gibi) ve en çok tüketilen yiyeceklerden biri patates. Biz de Hollanda’nın en iyi patates kızartmacısı seçilen bu mekandan, bir miktar sıra da bekleyerek, koca bir külah elma dilim patates alıyoruz 🙂 

Damrak

Patateslerimizi atıştırarak Dam Meydanı’na doğru ilerliyoruz. Şehrin sembolik kalbi sayılan bu meydanın bir tarafında Koninklijk Paleis’i (Kraliyet Sarayı), yan tarafında ise Nieuwe Kerk’i görüyoruz. Kraliyet Sarayı’nın hikayesi de ilginç. Bina 1655 yılında yani Hollanda’nın Altın Çağı’nı yaşadığı dönemde Belediye Sarayı olarak inşa edilmiş. Fakat Napolyon’un kardeşi 1806’da Hollanda Kralı ilan edilince bu binada kalmak istemiş ve o dönemden sonra da bina Kraliyet Sarayı olarak kalmış. Saray binasının içinin de oldukça ihtişamlı olduğunu tahmin ediyoruz fakat kapalı olduğu için biz gezemedik. Onun yerine biz de kendimizi bir süreliğine meydanın kalabalık ve renkli ortamına bırakıyoruz…

Kraliyet Sarayı – Koninklijk Paleis
Dam Meydanı – Nieuwe Kerk

Nieuwe Kerk’in yanından arka caddeye, trafiğe kapalı Nieuwezijds Voorburgwal’a geçiyoruz. Bu cadde üzerindeki sağlı-sollu mağazalarla şehrin en hareketli ve kalabalık yerlerinden biri, alışveriş meraklısıysanız uğramadan geçmeyin… Caddenin kalabalığına kapılarak yaptığımız yürüyüş sonrası Dam Meydanı’na geri dönüyoruz.

Nieuwezijds Voorburgwal

Rokin – Muntplein

Meydandan ayrılarak Rokin Caddesi üzerinden aşağıya kanal boyunca yürüyoruz. Kanalın hemen yanında dizilen evlerin orjinal mimarisi büyülüyor. Dikkatli bakınca bazı binaların eğri durduğunu da görüyoruz. Bu eğimin, evlere eşya taşımak için binaların tepesine kurulan vinçlerle taşıma esnasında binalara zarar vermemek için bilinçli olarak yapıldığını öğreniyoruz.

Kanal üzerinde “Eğri Binalar”

Rokin’in Amstel ve Singel kanallarının kesiştiği noktada Muntplein’a varıyoruz. Meydan küçük bir meydan ama Muntorren yani eski darphane binasının kulesi bu meydanı oldukça güzelleştiriyor.

Munttoren

Amstel Kanalının yanından aşağıya doğru devam ediyoruz. Karşıda Stadhuis ve Muziek-Theater yani Opera ve Bale binalarını görüyoruz. Daha sonra geri dönerek Rembrandtplein’a yürüyoruz.

Amstel Kanalı

Rembrandtplein

Bu meydan adından anlaşılacağı üzere ünlü ressam Rembrandt’a ithaf edilmiş. Meydanın ortasında hem ressamın heykelini hem de ünlü resmi Night Watch’u temsilen yapılmış heykelleri görüyoruz.

Meydan çok şirin ve hareketli, kentin merkezlerinden biri. Neon ışıkları ile aydınlatılan bu şirin meydanın çevresinden birçok kafe ve bar bulunuyor. Bunlardan bir tanesini gözümüze kestirip oturuyoruz, keyifli bir yemek yerken meydanın güzelliğine de doyuyoruz…

Rembrantplein’de Night Watch tesmsili

Redlight District – Nieuwmarkt

Yemek sonrası rotamız kentin en turistik ve merak edilen bölgelerinden Redlight District – Kırmızı Fener Mahallesi. Oudezijdz Voorburgwal ve Oudezijds Achterburgwal arasında kalan ve Amsterdam’daki özgür ortamın en can alıcı örneklerini göreceğimiz bu bölge, bilinen nedenlerden önce kanalları ve köprüleriyle çok güzel, dikkatle ve itinayla gezilmeli…

Seks ve uyuşturucunun kontrollü bir şekilde yasal olduğu Redlight’ta, insan kendisini (akşam saatlerinde bile) şaşırtıcı şekilde güvende hissedebiliyor. Bana göre burayı özgün kılan şey ise karşıtlıkların en uç şekilde bir arada oluşu ve hoşgörü ile iç içe geçmiş özgürlük atmosferi oldu. Kanallar arasında dolaşıp sokaklar arasında gezerken mekanların cam bölmelerinden olası müşterilere şehvet dolu davetkar bakışlar atan hayat kadınlarını, içki ve uyuşturucunun gırla tüketildiği barları, mağazaları, restoranları ve kentin en önemli dini simgelerini arka arkaya görebiliyorsunuz.

Bu bölgede kentin en önemli simgelerinden ve en eski cemaat kilisesi olan Oude Kerk’in yanı sıra, Erotic Museum, Hash Marihuana Hemp Museum (esrar), Koffie-en Theemuseum (kahve & çay) gibi çok orjinal yerleri de görebilirsiniz.

Redlight District’te bir köprü

Redlight District’teki geziden sonra kentin önemli bir diğer bölgesi olan Niuewmarkt’a yürüyoruz. Burası her gün farklı pazarların kurulduğu bir merkez. Biz biraz geç bir saatte geldiğimiz için çok canlı ve ilginç değildi, bu yüzden daha erken saatlerde gelmenizi öneriyorum. Bu bölgede kentin en eski yapılarından olan, yapıldığı dönemde kentin doğu kapısı olan De Waag ve reform hareketleri sonrası kurulan ilk kilise olma özelliğini taşıyan Zuiderkerk görülmeye değer diğer önemli yapılar. 

Redlight District ve çevresinde yaptığımız gezi sonrası Centraal Station’a, oradan da trenle otelimize dönüyoruz.

Beginjhof – Bloemenmarkt (Çiçek Pazarı)

Ertesi sabah otelde yaptığımız kahvaltı sonrası trenle Central Station’a geliyor ve güne Beginjhof’u gezerek başlamak için tramvayla Spui’ye geliyoruz. Erken bir saat ama şehrin bu kadar ıssız olmasını beklemiyorduk, şehrin bu hali de oldukça hoşumuza gidiyor. 

Issız Spui’den Oude Lutherse Kerk

Begijnhof’un girişini bulmak ise biraz meşakatli oluyor, burası sanki şehrin ortasındanki saklı bir hazine gibi. Girişi bulduktan sonra küçük bir meydana ve etrafındaki şirin binalardan oluşan huzur dolu atmosfere adım atıyoruz. Burası 14. yüzyıldan bu yana var olan ve Beguinler adı verilen, barındıkları odaların karşılığında yoksul ve hastaların bakımı ve eğitimi ile ilgilenen rahibelere ait bir alanmış. Son Beguin’in ölümünden sonra günümüzde bu binalarda, yalnız yaşayan Hristiyan kadınların konaklamasına izin verildiğini öğreniyoruz.

Beginhof

Begijnhof’tan çıkınca Spui’den kanalın karşı tarafına Çiçek Pazarı’na (Bloemenmarkt) doğru geçiyoruz. Hollanda’nın simgesi olan rengarenk laleler dolu çiçekçileri gezmek ayrı bir keyif oluyor. Çiçekçilerin yanı sıra hediyelik eşya mağazaları gibi diğer dükkanların da bulunduğu pazarda 1988 Avrupa Şampiyonu Hollanda Milli Takımı’nın efsanevi 12 numaralı Marco Van Basten formasını görünce dayanamıyor hemen satın alıyorum 🙂

Rijksmuseum – Vondelpark – Leidseplein

Artık müze gezmenin zamanı geldi diyor ve otobüsle Museumplein’a yani müzeler meydanına geliyoruz. Burada önemli 3 farklı müze bulunuyor: Rijksmuseum (Ulusal Sanat Galerisi), Van Gogh Museum ve Stedelijk Museum. Biz daha önce kısıtlı zamandan dolayı birine gitmeye karar verip seçimimizi Rijksmuseum’dan yana kullanmış ve biletlerimizi online olarak almıştık (kişi başı 19€). Zaman olsaydı Van Gogh’a da mutlaka gitmek lazımdı, içimde kaldı neyse başka sefere diyelim artık :).

Rijksmuseum’a varınca öncelikle dış mimarisi çok hoşumuza gidiyor, mimarı PJH Cuypers’in aynı zamanda Centraal Station binasının da mimarı olduğunu öğreniyoruz (karşılaştırınca binaların benzediğini de görüyoruz :)). Rijksmuseum’da özellikle ünlü Flaman ressamlar Rembrandt, Franz Hals, Vermeer’in yanı sıra El Greco gibi ülke dışından ressamların da tablolarını görme şansı buluyoruz. Bunun yanı sıra heykeller, vitraylar, kilise süslemeleri, porselen ve maketlerden oluşan geniş bir koleksiyonu görüyoruz. Tabii bütün bunları gezmek birkaç saat sürüyor, arada müzenin kafeteryasında yemek de yiyoruz.   

Rijksmuseum
Müzenin etkileyici iç mimarisi
The Night Watch – Rembrandt

Müzeden çıkınca şehrin en büyük parkı Vondelpark’a doğru yürüyoruz. Parkta havuzlar, bisiklet yolları, çiftlik hayvanları, şirin kafeler ve tabi ki yemyeşil alanlar bulunuyor. 1865 yılında kurulan bu park Amsterdam’ın batı bölümü gibi deniz seviyesinin yaklaşık 2 metre altında bulunuyor. Ne diyeyim bu şehir gerçekten bir mühendislik harikası umarım küresel ısınma bu güzel şehri mahvedemeyecek…

Vondelpark’ta bir kafede bir şeyler içip atıştırdıktan sonra parkın karşısındaki Leidseplein’a geçiyoruz. Bu meydan da çevresindeki kafe, bar, restoran ve sinemalarıyla şehrin bir diğer işlek ve kalabalık meydanı. Biraz zaman geçirdikten sonra gün batmadan yapmak istediğimiz kanal turu için otobüsle Centraal Station’a geçiyoruz.

Kanal turu için gar binasından hemen karşı taraftaki Damrak’a geçiyoruz. Gişeden biletlerimizi alıp (kişi başı 11€) sıraya geçiyoruz. Sıra az değil ama gezi tekneleri de oldukça fazla, böylelikle çok beklemeden kendimizi bir tekneye atıyoruz. Yaklaşık 1 saat süren kanal turunda şehrin göremediğimiz birçok kısmını kanaldan görme şansı bulurken, turda en etkileyici şeylerden biriyse kanalda yer alan ve birçok insanın yaşamayı tercih ettiği yüzerevleri yakından görmek oluyor… 

Kanal turu sonrası Centraal Station’dan trenle otelimize dönüyoruz.

Haarlem

3.gün için biraz daha farklı bir planımız var. Öncelikle Amsterdam’ın biraz batısında kalan güzel bir kasaba olan Haarlem’e gideceğiz, sonra duruma göre günün kalan kısmında Amsterdam’a geçerek 2 günde görme fırsatı bulamadığımız yerlerle devam edeceğiz.

Otelimizin bulunduğu Hoofddorp’tan otobüsle yaklaşık yarım saatte Haarlem’e ulaşıyoruz. Yol boyunca gördüğümüz güzel evler ve manzaralar Amsterdam’ı daha da çok sevmemizi sağlıyor.

Haarlem’e ulaşınca otantik ve dar sokaklarından yürüyerek kasabanın ana meydanına, Grote Markt meydanına ulaşıyoruz. Meydandaki ihtişamlı gotik mimariye sahip St Bavokerk Kilisesi’ni görüyoruz. Meydandan yürüyerek kasabanın ana caddesi ve kanalının olduğu bölüme ulaşıyoruz. Kanal üzerindeki manzara gerçekten büyüleyici…

Haarlem

Tekrar Grote Markt meydanına yürüyoruz, sabah saatlerinde bomboş olan meydan dolmaya başlıyor. Çevredeki kafeler masa ve sandalyelerini meydanın ortasına doğru çekmeye başlıyor. Biz de burada oturup kahvelerimizi yudumlarken meydanın tadını çıkartıyoruz. Sohbet ederken yan masadan Türkçe konuşmalar duyunca kulak kesiliyoruz, onlar da bizim Türk olduğumuzu anlamışlar 🙂 Birkaç yıl önce Amsterdam’a yerleşen bu çiftle güzel bir sohbete başlıyoruz, sohbetin keyfiyle meydanda planladığımızdan uzun kalıyoruz…   

Sohbetleriyle günümüze renk katan çifte veda edip Haarlem sokaklarını biraz daha geziyoruz. Kasabada doğan ünlü ressam adına adanmış Frans Hals Museum’un önünden geçiyor, sonra geri dönüş otobüsüne binmek için geldiğimiz ana otobüs durağına geçiyoruz. 

Haarlem – Grote Markt Meydan

Amstel – Magere Brug

Önce otobüsle Hoofddorp’a sonra trenle Centraal Station’a geçiyoruz. Rotamız Amstel kanalına doğru gidip çevresini gezmek.

Damrak’tan Rokin’e oradan da yürüyerek Amstel’e ulaşıyoruz. Opera ve bale binasının yanından yürüyor, aslı St.Petersburg’da bulunan Hermitage Müzesi’nin Amsterdam şubesi olan Amstelhof Hermitage Amsterdam binasının yanından yürüyerek Magere Brug köprüsüne ulaşıyoruz. 

Kentin önemli simgelerinden olan bu ahşap köprüden Amsterdam manzarasını izliyor, ve kanalların iki yakasındaki güzel evleri, Amstelhof ve Opera & Bale binalarını seyrediyoruz.

Kentin Simgelerinden Magere Brug (Sıska Köprü)
Magere Brug üzerinden Amsterdam

Amstel’in karşı kıyısından geri dönüyor, Redlight District’in özgün sokaklarında tekrar dolaşıyoruz. Otele dönmeden önce yemek için bu sefer bir Türk restoranını tercih ediyoruz; Centraal Station’a da yakın olan İstanbul Grill Restaurant (Hollanda mutfağından çok bir şey beklememek gerektiğini daha önce belirtmiştim :)) Yemek sonrası trenle otele dönüyoruz. Sabah erkenden uçakla Türkiye’ye dönüş var…

Gelirken Avrupa’da birçok şehri daha önce görmüş olmanın da duygusuyla çok seveceğimi düşünmemiştim Amsterdam’ı. Ama öyle olmadı.. Kentin mühendislik harikası kanalları, otantik bina ve sokakları, her şeyden önemlisi o hoşgörüyle iç içe geçmiş özgür atmosferi beni fazlasıyla etkiledi. Yolumuz tekrar kesişecek gibi Amsterdam :)… 

Gezi Tarihi: Mart 2019

Kitap Önerisi: Amsterdam’da Düello – Ian McEwan

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir