Balkanlar’dan Kısa Kısa – 3 (Karadağ)
Balkanlar’ın Adriyatik kıyısındaki turistik şehirleri ile ünlü ülkesi Karadağ’dayız. Karadağ, Balkanlar’da gezdiğimiz diğer ülkelerden daha farklı. Gerek coğrafi yapısı, gerek tarihi (örneğin Osmanlı etkisinin en az olduğu ülke) ile kendine has, orjinal şehirleri olan bir ülke. Öyle ki, Budva ve Kotor’un tarihi bölgeleri kendimizi Orta Çağ’da hissetmemizi sağlayacak şekilde günümüze kadar korunmuş.
(Karadağ’a da, diğer Balkan ülkeleri Makedonya, Bosna-Hersek ve Sırbistan’a olduğu gibi vizesiz gidilebiliyor, belirtmek istedim.)
Budva
Karadağ’da rotamızda ilk olarak Budva var ve Adriyatik kıyısından Budva’ya doğru ilerliyoruz. Komşusu Hırvatistan’ınki kadar çok ve ünlü olmasa da, Karadağ’ın da Adriyatik üzerinde adaları bulunuyor. Belki de bunlardan en ünlüsü Sveti Stefan Adası, Budva’ya yaklaşık 6km uzaklıkta bulunuyor. Günümüzde ada üzerinde 5 yıldızlık bir otel hizmet veriyor, ama ada üzerindeki yapılarda tarihi doku korunmuş. Adanın bir örnek tarihi binalarını ve eşsiz manzarasını yukarıdan izleyip Budva’ya doğru ilerliyoruz.

Budva’ya gelince sahil şeridi boyunca yürüyerek tarihi merkezine (Old Town) ulaşıyoruz. Eski şehrin önünde bizi surlar karşılıyor. Budva’nın görece yeni olan merkezi de ayrı güzel ama tarihi merkezin gerçekten apayrı bir havası var.

Surların hemen önünde “The Big Bell”i görüyoruz. Başta bu çanın tarihi bir önemi, özelliği var diye düşüyoruz ama soruşturunca hiç de öyle olmadığını anlıyoruz. Aslına bakarsanız bu çan 1960’larda Budva’da çekilen “The Long Ships” adlı filmden kullanılmış ve sonrasında şehirde bu noktaya bırakılmış. Ki Budvalılar da bu çanın niye burada durduğunu pek de bilmiyorlar 🙂

Surlardan içeri girip Budva’nın tarihi daracık sokaklarında geziyoruz. Labirent gibi olan bu şirin sokaklarda gezinip kaybolmak zaman içinde bir yolculuk gibi. Her köşede tarihten bir parça karşımızı çıkıyor. Bunlardan belki de en önemlisi St.Ivan Kilisesi, Budva’nın sembollerinden biri ve yaklaşık 1500 yıllık bir geçmişe sahip…


Sokaklarda ilerleyip surların bitimine doğru şehrin bir diğer tarihi kilisesi, yaklaşık 1000 yıllık bir geçmişe sahip olan St.Sava Kilisesi‘ne ulaşıyoruz. Bu kilise, hemen yan kısmındaki surlardan gün batımı ve deniz ile beraber oluşturduğu eşsiz manzara ile ünlü. Biz gün batımına denk gelemiyoruz ama surlardan denizi ve Budva’nın güzel koylarını seyretmenin keyfini çıkarıyoruz.

Kotor
Budva ile Kotor arası 23 km ve yol yaklaşık yarım saat sürüyor. Kotor’un konumu coğrafi olarak oldukça ilginç ve korunaklı. Şehir, çok ilginç ve dar bir girişi olan Kotor Körfezi’nin en uç kısmında bulunuyor ve şehrin sırtı yüksek bir dağa dayanıyor. UNESCO dünya miras listesinde olan dünyaca ünlü bu sahil kasabasında, yaşayan yerli nüfustan daha çok sayıda turistle karşılaşmak mümkün.
Kotor’a ulaşınca kendimizi ünlü Sea Gate (Deniz Kapısı)‘nın önünde buluyoruz. Pek de büyük olmayan 500 yıllık bu kapı şehrin limandan giriş kapısı. Kapıdan girince de hemen küçük ama şirin bir meydana çıkıyoruz: Arms Square (Silah Meydanı). Meydanın ismi yine aynı meydanda yer alan Venedik Cephaneliği‘nden geliyor. Adriyatik’in karşı kıyısını yüzyıllar boyu yöneten Venedikliler için Kotor önemli bir merkezmiş. Osmanlılar da Venedikliler’e ait bu şehri farklı tarihlerde 2 kez kuşatmış ancak fethetmeyi başaramamış.

Meydandaki bir diğer önemli yapı da Saat Kulesi. 17.Yüzyıl’ın hemen başında yapımına başlanan bu kule depremler nedeniyle hafif bir eğime sahip. Meydanda şehir için önemli diğer yapılar Eski Belediye Binası, Prensin Sarayı, Beskuca Sarayı ve Bizanti Sarayı da bulunuyor. Gezip görebilirsiniz ama adı “saray” olan bu yapıların bizim şehirlerimizdeki “tarihi konak” mantığında olduğunu düşünmenizde fayda var :).

Kotor’un eski sokaklarında turlayarak ilerliyoruz. Yürürken binalardan biri yeşil pencereleri ve güzel mimarisi ile dikkatimizi çekiyor. Kotor’un soylu ailelerinden biri olan Pima ailesine ait olan ve Pima Sarayı (tıpkı Silah Meydanı’ndaki Bescuca ve Bizanti gibi) olarak anılan bu yapı, günümüzde restoran-bar olarak işletiliyor.

Kotor küçük ve güzel meydanların şehri. Bunun en güzel örneklerinden olan Kotor ana meydanında sadece şehrin değil Karadağ’ın da simgelerinden olan St.Tryphon Katedrali bulunuyor. Katedral kulelerinden de görüleceği gibi bu tarihi yapı 1166 yılında yapılmış ve bölgede yaşayan Hırvat-Katolik nüfus açısından çok önemli bir yere sahip.

Katedralden ayrılıp binaların neredeyse bitişik halde olduğu daracık otantik sokaklarda kayboluyoruz. Yürüdükçe yolumuz başka küçük meydanlara çıkıyor. Ve şimdi de St.Luke Meydanı‘nda St.Nikola Kilisesi‘nin önündeyiz. Balkan ülkelerinin tamamında gördüğümüz kültürel zenginliğin bir tezahürü olarak bu kilise de Ortodokslar’ın bölgedeki en önemli yapısı konumunda. 1909 yılında tamamlanan bu kilisesinin üzerindeki altın haç Rusya tarafından hediye edilmiş ve kilise üzerinde Sırbistan bayrağı sürekli asılı duruyor.


St.Luke meydanın diğer tarafında bir diğer tarihi kilise St.Luke Kilisesi bulunuyor. Günümüzde yine bir Sırp-Ortodoks kilisesi konumunda olan St.Luke Kilisesi 1195 yılında inşa edilmiş. Roma ve Bizans mimarisi örnekleri görülen kilise, 1979’daki depremden etkilenmeyen nadir tarihi yapılardan biriymiş.

Şimdi ana meydana dönüp kafelerden birinde kahve keyfi yapma zamanı. Kahvemizi yudumlarken gözümüze San Giovanni Kalesi ilişiyor. Bir an birbirimize bakıyor ve hemen bu fikirden vazgeçiyoruz. Hava çok sıcak, zaman dar. Yoksa kaleye çıkmak için aşmamız gereken 1350 basamak hiç sorun değil :). Şaka bir yana kaleyi gezmek için en iyi zamanlar sabah saatleri, bu macerayı bir dahaki sefere bırakıyoruz :).

Kotor’dan ayrılınca körfez kıyılarından kıvrılarak ilerleyen yol üzerinde, iç denizi ve denizi çevreleyen dağların sunduğu muhteşem manzaralar eşliğinde ilerliyoruz. Birkaç noktada duruyor ve bu muhteşem manzarayı doyasıya izliyoruz…
Gezi Tarihi: Ağustos 2019





















































































Son yorumlar